24 Ağustos 2011 Çarşamba

BİR KRİZİN ANATOMİSİ


           
   Küresel ekonomik kriz dendiğinde, akla doğal olarak bütün dünyayı etkisi altına alan büyük bir ekonomik resesyon veya buhran gelir. Fakat bu çıkarımın doğruluğunu belirlemek için bu çaptaki bir krizin nasıl çıktığını, yani çıkış noktasını iyi incelemek gerekir. Acaba bu resesyona bütün dünya bir anda topluca mı girdi yoksa ana bir taşıyıcı tarafından bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gibi mi sıçradı?
     
 Kredi Krizinden Finansal Krize

Amerika Birleşik Devletleri(ABD) ve Mortgage sektörü “büyüklük” konusunda çok önemli bir ortak noktaya sahipler aslında. İlki, yaklaşık 14 trilyon dolarlık gayri safi milli hâsılasıyla dünyanın en büyük ekonomisiyken diğeri de 10 trilyon dolarlık değeriyle dünyanın en büyük piyasası konumunda bulunuyor. Fakat mortgage sektörünün son derece hassas bir dengede yönetilmesi gerektiği ABD’de 2003 yılından itibaren unutulmaya başlandı. Finansal kuruluşlar kredibilitesi zayıf olan kişilere de mortgage kredisi vererek mali disiplini gevşetmeye başladılar. Aslında, bu son derece riskli yapı 2005 yılına kadar defolarını saklamayı başardı. Bunun da en büyük nedeni, mortgage kredisi alanların sabit faiz yerine değişken faizli sistemi kullanarak ABD’nin düşük faiz avantajından faydalanmalarıydı. Ancak Amerikan Merkez Bankası(FED)’nın 2005 sonundan itibaren faizleri artırma yoluna gitmesiyle özellikle dar gelirli gruplar mortgage kredilerini düzenli şekilde ödeyememeye başladılar[i]. Sadece dar gelirlilere özel olarak verilen mortgage kredilerinin boyutunun 1,5 trilyon doları bulduğunu söylersek bu geri ödeme sıkıntısının bankalar için ne kadar ciddi bir sorun yarattığını düşünmek çok da zor olmayacaktır. Aslında bir kredi krizi olarak başlayan bu ekonomik problem 2007 yılının ikinci yarısıyla beraber bir likidite krizine dönüştü. ABD’deki ekonomik yavaşlamanın lokomotifliğini mortgage sektörü yaparken finans, sigorta, inşaat ve madencilik sektörlerindeki yavaşlama da adeta lokomotifin çektiği vagonlar olarak yerlerini aldılar ve genel ülke ekonomisindeki büyüme hızını da negatif yönde etkilediler. Bu durumun artık zorlanılmadan atlatılacak bir ekonomik sıkıntı olmadığı, ABD’de 2008 yılıyla beraber çok iyi bir şekilde anlaşılmıştı.
            
  ABD

 Birleşmiş Milletler’in “yüzyılın krizi”, IMF’nin de “dünya ekonomisinin 1930’lardan bu yana karşılaştığı en tehlikeli finansal şok” olarak değerlendirdiği bu krizin gerçek yüzünü gösterdiği yıl olan 2008, Amerika’nın en büyük yatırım bankalarını ve mortgage finansörlerini derinden sarsacaktı. Durum öylesine vahimdi ki hangisinden başlayarak yazmak gerektiğini kestirmek gerçekten zor. Krizin çıkış kaynağı mortgage sektörü olduğundan, bu sektörün iki büyüğünün çöküşünden bahsetmek yerinde olacaktır. Krizden önce Freddie Mac ve Fannie Mae, ABD mortgage piyasasının yaklaşık yarısını ellerinde bulunduran iki süper güçtü. Fakat krizden sonra ‘mortgage’ kelimesinin bile kullanılmasından imtina edilmeye başlanmasıyla, bu köklü kuruluşlar birer “mortgagezede” olarak Eylül 2008’de FED’in yoğun bakım servisinde tedavi altına alındılar. Zaten, bu kuruluşların tarihi de birbirleriyle fazlasıyla örtüşüyor. Fannie Mae, 1938 yılında bir devlet kuruluşu olarak mortgage sisteminin temellerini atması amacıyla kuruluyor ve 1968 yılına kadar da devlete bağlı olarak işlevini sürdürüyor. Fakat özelleştikten sonra Fannie Mae’nin tekelleşmesini önlemek ve rekabet yaratmak amacıyla ona bir kardeş olarak Freddie Mac’in kurulması teşvik ediliyor[ii]. Ayrıca, Amerikan bankacılığının önemli kuruluşlarından olan Bear Stearns’ın batış hikâyesi de bahsetmeye değer. Aslında Stearns’ın bu küresel krizin en acıklı batışlarından birine maruz kaldığını söylersek çok da yanlış olmaz. Nisan 2007’de şirketin hisselerinin birim fiyatı 159,7 doları ve toplam piyasa değeri ise 18,9 milyar doları buluyordu. Daha mortgage krizi derinleşmemişken şirketin mali durumu fazlasıyla güçlü duruyordu. Ancak banka bir yıldan az bir sürede kademeli bir şekilde erirken bir de Mart 2008’de iki günde bankadan tam 17 milyar dolar para çekilmesi, banka açısından teslim bayrağını çekmenin artık kaçınılmaz olduğunu göstermişti. Şirket, 16 Mart 2008’de hisse başı 2 dolar ve toplam 236 milyon dolarlık bedelle adeta bedavaya JP Morgan Chase bankasına satıldı. Zaten satışla ilgili değerlendirmelerde öne çıkan analiz de “JP Morgan ölü fiyatına batık ama iyi bir marka aldı” oldu[iii]. Aslında, JP Morgan Chase’in küresel krizin ABD ayağında batan geminin mallarını satın alan uyanık tüccar rolüne büründüğünü de söylemek gerek. Bear Stearns ile yetinmeyen JP Morgan, ülkenin en büyük yatırım ve kredi bankası Washington Mutual’ı da 1,9 milyar dolara bünyesine kattı. Fakat bunlara ek olarak, ABD ve küresel ekonomik kriz denilince bir bankaya değinilmeden kesinlikle geçilmez. Aslında onun batışı, global çaptaki bu durgunluğun sistemin kendisini sorgulamaya neden olacağı değerlendirmelerine mükemmel bir kanıt olarak hafızalarındaki yerini almıştı: Lehman Brothers. Çöküş, iflas, batış veya eş anlamlı ne kadar kelime kullanılırsa kullanılsın Amerikan bankacılık sisteminin 158 yıllık amiral gemisi, 15 Eylül 2008’de alıcı bulamayarak 639 milyar dolar toplam varlıkla beraber teslim bayrağını çekti[iv]. Bu batış hacim olarak da o kadar dev bir batıştı ki; uluslararası çevrelerde bu iflasın tsunami etkisi yaratabileceği ve finans piyasalarının iflası seyreden günlerde bugüne kadar eşi görülmedik bir baskı altında kalabileceği belirtilmişti. Bu olayla ilgili en çarpıcı yorumlardan biri Zaman Gazetesi yazarı Sami Uslu’dan gelmişti: “Lehman Brothers’ın batışını şahsen Titanic gemisinin okyanusta batışına benzetiyorum[v]”. Aslında, 15 Eylül 2008 gününün ‘Kara Pazartesi’ olarak adlandırılmasının bir diğer sebebi ABD’nin bir diğer köklü bankası Merrill Lynch’e Amerikan yönetimi tarafından el konulması oldu. Ama Lynch de sahipsiz kalmadı ve yine hükümetin desteğiyle Bank of America, Merrill Lynch’i 50 milyar dolara satın alacağını açıkladı. Son olarak, iki önemli kurtarma operasyonundan da söz ederek küresel krizin ABD ayağını sonlandıralım. Bunlardan ilki, sadece ABD’nin değil dünyanın en büyük sigorta şirketi olarak gösterilen AIG’nin krizin baskısını daha fazla göğüsleyemeyip zor durumda olduğunu açıklaması ve Amerikan hükümetinin bu çığlığa kulak vererek FED’in 85’i ilk etapta olmak üzere toplam 123 milyar dolarlık yardımı. Aslında bu kurtarmayla ilgili FED’in çok ciddi eleştirilere de maruz kaldığını belirtmek gerek. Eleştirilerin yoğunlaştığı nokta ise Fannie Mae, Freddie Mac ve Lehman Brothers gibi birbirinden büyük üç devin çöküşüne adeta seyirci kalınıp neden AIG’nin bu kadar büyük bir hükümet inisiyatifiyle iflastan kurtarıldığıydı. İkinci kurtarma operasyonu ise küresel çapta yatırımlarıyla tanınan ve dünyanın en önemli bankalarından biri olarak gösterilen Citigroup’a yapılmıştı. Yine Amerikan hükümeti bankayla yapılan karşılıklı görüşmelerden sonra 25’i derhal toplam 65 milyar dolar sermaye desteği vermeyi kabul etti[vi].

              Bu bilgiler ve belki de krizden önce, bir film senaryosu olarak okunsa dahi gerçeklikle zerre kadar bağının olmadığı şeklinde değerlendirilebilecek olaylar ışığında 2008’in nasıl bir yıl olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Aslında ABD’deki banka batış sayılarına baktığımızda 25 sayısının 2009 ve 2010 ile karşılaştırıldığında çok da dramatik olmadığı düşünülebilir. Çünkü son iki yılda batan Amerikan banka sayısının toplam 289[vii] (140’ı 2009’da; 149’u 2010’da olmak üzere) olduğunu ortaya koyduğumuzda vahim bir tablo oluştuğu aşikârdır. Fakat yine de şunu belirtmek gerekir ki; 2008’de batan bankalar nicelik açısından az gibi gözükseler de nitelik açısından fazlaca büyüktüler.

    AVRUPA


 “Küresel ekonomik kriz” ve “Avrupa” birlikte söylendiğinde akla ilk olarak komşu ülke Yunanistan geliyor normal olarak. Aslında komşunun durumu gerçekten çok sıkıntılı. Ekonomist Mahfi Eğilmez’e göre; Yunanistan “ikiz açık” denilen bütçe açığı ve cari açıkla aynı anda boğuşuyor[viii]. Bu iki ekonomik veri, ülkelerin mali sistem değerlendirmelerinde çok kritik öneme sahipler. O yüzdendir ki; Yunanistan’ın bütçe açığı/GSYH(gayri safi yurtiçi hasıla) oranının %12’lere ulaşarak Avrupa Birliği’nin ekonomik anayasası sayılan Maastricht Kriterleri’nin tam 4 katına tekabül etmesi ve cari açık/GSYH oranının ise %13 gibi korkutucu bir seviyeye erişmesi başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın Papandreu hükümetinin atacağı adımlara odaklanmasına neden oluyor. Yine de şunu vurgulamak gerekir ki Fransa ve Almanya, Yunanistan’ın bu durumundan en çok rahatsız olan ülkeler konumundalar. Bunun nedeni de bu iki ülkenin komşumuzdan en çok alacağı olanlar listesinde sırasıyla 1. ve 2. olmaları (Fransa 75, Almanya 43 milyar dolar olmak üzere) . Zaten kapıda bekleyen alacaklıların, ödemeleri sıkıntıya girdiğinde sakin ve soğukkanlı davranmalarını beklemek herhalde Pollyannacılıktan öteye gitmez hem de böyle bir krizin tam ortasında. Fakat tam bu noktada önemli bir soru karşımıza çıkıyor: Yunanlılar, Fransızlarla değil de neden Almanlarla kapışıyor? Bu sorunun cevabını Radikal gazetesi ekonomi yazarı Uğur Gürses şöyle veriyor: “Çünkü Almanlar, Yunanlıların kurtarılmasına ilke olarak en çok karşı çıkan AB ülkesi. Daha fazlası, Yunanlıların ‘kendi kendini kurtarması’ taraftarı Almanlar. AB Komisyonu’nda en katı tavır koyan da Almanlar oldu[ix]”. Aslında verilen iki demeç, Gürses’in bu görüşünü net bir biçimde destekliyor ve Almanların Yunanistan’ın borcuna ortak olma konusundaki isteksizliklerini bir kez daha ortaya koyuyordu. İlk olarak, Alman parlamenterler adeta Yunanlıların milliyetçi damarına basarak borçların karşılanmasında Yunan adalarının satışının kullanılabileceğini belirttiler. Bu konuda, Alman bakanlardan Josef Schlarmann’ın Bild gazetesine verdiği demeçteki “İflasın eşiğine gelen bir kişi, hissedarları için sahip olduğu her şeyi paraya çevirmeli. Yunanistan, şirketlere ve kimsenin oturmadığı adalara sahip. Bunlar borçların karşılanması için kullanılabilir[x]” sözleri gerçekten dikkat çekiciydi. İkincisiyse, Yunanistan’ın böyle ciddi bir mali yardıma ihtiyaç duyup duymadığıyla ilgili. En azından Almanya’ya göre başlarda bu durum bir netlik kazanmamıştı. Zaten Alman Hükümeti Sözcüsü Christoph Steegmans durumu tipik Alman disipliner bakış açısıyla yorumlayarak “Duvara bir yangın söndürücü koymak, ona ihtiyaç duyulacağı olasılığı konusunda herhangi bir şey ifade etmiyor[xi]” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Fakat sonra Avrupa Birliği’nde yapılan yoğun müzakerelerin sonucunda Almanya ve Fransa’nın içinde bulunduğu bazı ülkeler, Yunanistan’ın tansiyonunu düşürmeye katkı sağlayacaklarını açıkladılar. Aslında sonraları sağlanan bu uzlaşmayı, küresel ekonomik krizle birlikte ciddi yara alan “Avrupa Birliği” konseptinin geçerliliğinin sürmekte olduğunu gösterme gayretlerine bağlamak da mantıksız bir yaklaşım olmasa gerek.


 Kayan ve Yükselen Yıldızlar

Avrupa için küresel ekonomik kriz Yunanistan ile birlikte derinden hissedilmeye başlansa da risk katsayısı hızla yükselen başka Avrupa ülkeleri olduğunu da söylemek gerek. Bunların başında pek tabii ki “PIGS” grubu geliyor[xii]. Açılımını yaptığımızda bu harflerin sırasıyla Portekiz, İtalya, Yunanistan ve İspanya’yı simgelediğini görürüz. Aslında bu terim, 1990’ların ortasında Avrupa Birliği’nin güney ekonomileri için kullanılan revaçta bir kısaltmaydı. 2000’lerle unutulan bu kısaltma, hâlihazırda tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin bu ülkeleri kasıp kavurması üzerine yeniden moda oldu. Hatta şimdilerde “PIGS” in iki versiyonu daha kullanılmaya başlandı: İrlanda’nın gruba dahil edilmesiyle oluşturulan “PIIGS” ve bazılarına göre Büyük Britanya ile birlikte son halini alan “PIIGGS”[xiii]. Aslında bu tür kısaltmalar, ekonomi literatüründe rastlanmayan şeyler değil. Bunların en ünlüsü çoğumuzun tahmin edebileceği gibi “BRIC”. 2001’de global bankacılığın sayılı yatırım bankalarından Goldman Sachs’ın oluşturduğu bu kısaltma, dünyanın önümüzdeki 50 yılına damga vurması beklenen ülkeleri olan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i bir araya getiriyordu. Fakat 19 Şubat’ta yaşanan flaş gelişmeyle Güney Afrika da bu gruba dâhil edildi ve bundan sonra grup, yoluna yeni ismi “BRICS” ile beraber daha da güçlenerek devam edecek gibi görünüyor. Fakat 2010’da İngilizlerin bankacılık gururu HSBC tarafından “BRIC”e zorlu bir rakip olabilecek alternatif bir grup oluşturuldu: “CIVETS”. Bu grubu oluşturan ülkeler ise Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika[xiv]. Buradan yola çıkarak üç ayrı sonuca ulaşılabilir: Birincisi, Mısır’ın son durumu grubun geçerliliği hakkında şüpheler uyandırsa da bu ülkenin önemli bir devlet geleneği ve Ortadoğu’nun en seçkin entelektüel sınıfa sahip ülkesi olduğu unutulmamalı ve Mısır gibi bir ülkenin uzun vadede ne kadar büyük bir potansiyeli bünyesinde barındırdığı göz önünde bulundurulmalıdır. İkincisi, CIVETS’in üyesi Güney Afrika’nın BRIC grubuna transfer olup rüştünü ispatlaması. Üçüncüsü ve bizim açımızdan en önemlisi ise, ikinci maddeye bağlı olarak CIVETS grubuna giren tek Avrupa ülkesi olarak göze çarpan ve BRICS grubuna onun için ‘T’ harfini de ekleyerek grubun “BRICST” olarak son halini almasının kuvvetle muhtemel olduğu bizzat oluşumun isim babası Goldman Sachs tarafından dile getirilen Türkiye.   

Küresel ekonomik kriz üçüncü yılını devirirken ülkelerin iki ana gruba ayrılma eğilimi gösterdiklerini söyleyebiliriz: Bir yanda krizin ekonomileri ters yüz eden etkisini üzerinden atanlar ve atma yolunda hızlı adımlarla ilerleyenler öbür yanda ise krizden çıkma yolunda bırakın pozitif işaretler vermeyi bataklıkta çırpındıkça daha da batanlar. Şunu da vurgulamak isterim ki; krizler güncel konjonktürün getirdiği sonuçlar açısından kaçınılmaz bir yere sahip. Yani yaşadığımız kriz ne ilk ne de son aslında. Yakın geçmişte yaşanılan krizleri de akıldan çıkarmamak lazım. 1970’leri ve 1980’lerin başlarını esir alan Petrol Krizi veya 1990’ların ortasında Asya’da tsunami etkisi yaratan Asya Krizi akla gelen ilk örnekler. Fakat bu krizin “küresel ekonomik kriz” olarak adlandırılmasında da bir keramet olmalı. Bu niteleme, krizin küresel güç ABD’de başlayıp istisnasız bütün yerküremizi etkisi altına alması nedeniyle gerçek anlamını kazanıyor. Son olarak da bir tavsiyeyle bitirelim: Bugüne kadar nispeten artçı şoklar halinde gelen krizlerin bu defa dünyanın kapısını şiddetli bir deprem olarak çalması, belki de artık ciddi ve dürüst bir sistem eleştirisi ve bunu sonucunda da bir sistem yenilenmesi gerektiğinin bir göstergesi olarak sayılmalıdır.

Sinan Aktan


[i] Ntvmsnbc, 2008. 10 soruda küresel kriz. [online] (Son Güncelleme: 23 Eylül 2008) <http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/460082.asp> [7 Şubat 2010]
[ii] BBC, 2008. US rescues giant mortgage lenders. [online] (Son Güncelleme: 7 Eylül 2008) <http://news.bbc.co.uk/2/hi/7502310.stm> [12 Şubat 2010]
[iii] HaberPan, 2008. FED, bankaların dışındaki yatırım şirketleri ve aracı kurumlara borçlanma imkanı sunmaya karar verdi. [online] <http://www.haberpan.com/1929-buhranindan-beri-en-kotu-kriz-haberi/>    
[8 Şubat 2010]
[iv] Jurnal.Net, 2009. 2008’de dünya ekonomisi. [online] <http://www.jurnal.net/ekonomi/2009/01/01/2008-de-dunya-ekonomisi.htm> [10 Şubat 2010]
[v] Uslu, S., 2009. Titanic faciası ve Lehman Brothers’ın batışı. Zaman Online, [online]
<http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=893621> [13 Şubat 2010]
[vi] Jurnal.Net, 2009. . 2008’de dünya ekonomisi. [online] <http://www.jurnal.net/ekonomi/2009/01/01/2008-de-dunya-ekonomisi.htm> [10 Şubat 2010]
[vii] WebCite, 2010. Federal Deposit Insurance Corporation Failed Bank List. [online]
[viii] Euractiv, 2009. Mahfi Eğilmez: Yunanistan kriz Almanya ve AB ekonomisini de zora sokabilir.
[ix] Gürses, U., 2010. Alman-Yunan Kutuplaşması. Radikal, [online] <http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=08.03.2010&ArticleID=984327> [11 Şubat 2010]
[x] Emlakkulisi.com, 2010. Almanya Yunanistan’a adalarını satmasını önerdi. [online]
[xi] Borsa Gündem, 2010. ALMANYA’YA GÖRE YARDIM İÇİN ERKEN. [online]
[xii] Kaufmann, M.H. (2000). Musings on the European Economic and Monetary Union. In D. J. Kotlowski, The European Union: From Jean Monnet to the Euro (pp. 33-55) USA, Ohio University Press.
[xiii] The Hindu Business Line, 2010. Too small is ‘too big’ to fail. [online]
[xiv] Şafak, E., 2010. CIVETS. Sabah, [online] <http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/safak/2010/08/17/civets>
[14 Şubat 2010]

Quo Vadis Syria? Suriye Nereye Gidiyor?




Türkiye’deki kimi çevreler1 Arap Baharı’nı dış kaynaklı ya da Amerikan güdümünde olmakla suçlayıp, devrim kontenjanından yer vermeye layık görmezken, Ortadoğu coğrafyası özgürlük rüzgârlarıyla çalkalanmaya devam ediyor. Bunun en son örneği, Yemen ve Bahreyn’den sonra Suriye oldu. Diger Arap ülkelerine oranla siyasal yapısı ve ekonomisiyle daha istikrarlı bir yapıya sahip olduğu varsayılsa da,  halkının hak ve özgürlük taleplerinden Esad rejimi de kaçamadı ve 18 Mart’ta Deraa kentinde başlayan gösteriler yayılarak Suriye’nin çeşitli şehirlerinde de devam etti2.  


                                                                                   
Son 3 Haftada Suriye
Suriye’deki hareketlilik ilk olarak Deraa kentinde 18 Mart’ta duvarlara Arap devrimlerini destekleyici grafitiler çizen gençlerin tutuklanması ve bölge halkının bu durumu prostesto etmesi üzerine güvenlik güçlerinin müdahale edip 3 kişiyi öldürmesiyle başladı3. Olaylar ilk olarak küçük çapta gerçekleşmelerine rağmen ülke çapında kısa sürede ses getirdi ve aynı hafta içerisinde Homs ve Banyas şehirlerinde de Deraa halkını destekleyici çeşitli yürüyüşler düzenlendi. Bu süreç içerisinde Baas Partisi’nin kentteki merkezini –kimi kaynaklarda Deraa’daki Mahkeme binasını- ateşe veren Deraalılar, özgürlük taleplerinden kolay kolay vazgeçmeyeceklerini gösterdiler. Ancak Suriye istihbaratı ve güvenlik güçleri şehri abluka altına aldı ve 3 gün önce öldürülen göstericilerin cenazeleri sırasında alanı ağır silahlarla kuşatarak gözdağı verdi.
22 Mart’ta Cuma namazının bitimiyle Deraa halkının tekrar toplanması ve 1963’ten beri ülke çapında yürürlükte olan Sıkıyönetim yasasının sona erdirilmesini talep etmesiyle durum, halk ve Şam yönetimi arasında karşılıklı restleşmeye doğru kırıldı. Ancak aynı gün içerisinde Deraa Valisi Faysal Haltum’un görevden alınması bu restleşmede halkın reform taleplerinden ziyade polisiye tedbirlerin uygulanacağının sinyaliydi.



25 Mart’a gelindiğinde yıllardan sonra ilk defa Şam’da protesto gösterileri düzenlendi ve çeşitli kaynaklara göre bu gösterilerde 23 kişi güvenlik görevlilerinin açtığı ateş sonucu hayatlarını kaybettiler. Bu sırada gösteriler diğer şehirlere sıçramaya devam etti ve 1982’de binlerce kişinin öldürüldüğü Hama’da halk “Özgür Suriye!, Yolsuzluklara Son!”  gibi sloganlarla sokağa döküldü. Bu sırada Deraa şehrinde devam etmekte olan gösterilerde Beşar Esad’ın babası Hafız Esad’ın heykelinin yıkıldığı ve göstericilere evlerin çatılarından keskin nişancılar tarafından açılan ateş sonucu 23 kişinin öldüğü haberi yayıldı. Uluslararası Af Örgütü’ne göre bir haftada Deraa’da toplam 55 kişi güvenlik güçleri tarafından öldürüldü4.


26 Martta Şam yönetimi bir yandan göstericileri yatıştırmak için siyasi mahkûmların serbest bırakılacağını söylese de, diğer yandan Deraa kentinde kontrolün orduya devredilmesi kararını vererek tansiyonu tırmandırmaya devam etti. Aynı gün içerisinde olaylar Lazkiye’ye sıçradı ve buradaki Baas Partisi binasına girmek isteyen göstericilerin üzerine ateş açıldı.
29 Mart günü hükümet, istifasını Beşar Esad’a sundu ancak Esad geçici hükümeti kurma görevini tekrardan Naci El-Otari’ye verdi. İki hafta boyunca hükümet karşıtı gösterilerle çalkalanan Suriye’de bu kez Hükümet ve Beşar Esad destekçileri sokaklara döküldü. Beşar Esad’ın Parlemento’da halka sesleniş konuşması yapacağının duyurulmasıyla gündem bu konuşmaya kilitlendi. 2000’de göreve gelirken büyük umutlar bağlanan ve o zaman çeşitli reformlar yapması beklenen Beşar Esad, bu konuda ya kendi isteksizliği ya da Baas Partisi’ndeki yönetimi elinde tutan hizipi ikna edememesi yüzünden başarısızlığa uğramıştı5. 30 Mart’taki konuşmasında Beşar Esad, diğer diktatörlerin yaptığı gibi kolay yolu seçerek sorunu İsrail’e ve dış güçlerin Suriye üzerindeki komplosuna bağladı6. Şüphesiz bir sorunu çözmenin en iyi yolunun, o sorunun olmadığını varsaymak yaklaşımı, Ortadoğu’da ve zaman zaman –ne yazık ki- Türkiye’de sıkça başvurulmuş bir yol olmuştur ancak 21. yüzyılda iletişim teknolojilerinin geldiği noktada artık başını kuma gömmenin sorunları çözmede etkili bir yöntem olmadığı açıktır. Nitekim dünyanın gözü Esad'ın konuşması için Şam’a çevrilmişken Beşar Esad, göstericilerin, her ne kadar aralarında iyi niyetli kimseler bulunsa da, İsrail’in hedeflerine uygun olarak Suriye’nin bölünmesi amacına hizmet ettiğini söylemesi, Suriye’nin demokratikleşmesi yolunda tarihi bir konuşma bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı.7 Konuşmanın sonunda bir milletvekillinin Beşar Esad’a, “Arap Dünyasına önderlik etmek sizin için azdır, siz dünyaya önderlik etmelisiniz, çok yaşa Esad!” demesi ise Arap toplumlarında yönetim kadrolarının halktan ve gerçeklerden ne kadar kopuk olduğunu göstermesi açısından önemlidir8.

Halka sesleniş konuşmasının göstericileri ve yabancı gözlemcileri tatmin etmemesi üzerine 31 Mart’ta Lazkiye ve Deraa’da yaşananları incelemek üzere soruşturma emri verildi. Ayrıca her ne kadar bir önceki gün ülkedeki olaylar ‘dış güçlere’ havale edilmişse de Şam yönetimi ilk uzlaşma sinyalleri olarak 1962 Nüfus Sayımı’ndan beri yabancı statüsünde bulunan Haseke bölgesindeki Kürtlere -yaklaşık 150.000 kişi- vatandaşlık hakkı verileceğini ilan etti9. Bir diğer uzlaşma hamlesi de ülkenin tek kumarhanesini kapatma kararı ve öğretmenlerin nicab (yüzü tamamen kapatan örtünme) giyme yasağının kaldırılmasıyla ülkedeki İslamcılara yönelik oldu10. Ayrıca Deraa’daki protestolar başladığından beri olayları silahlı kişilerin vatandaşlara ve güvenlik güçlerine ateş açmaları şeklinde duyuran resmi haber ajansı SANA, Beşar Esad’ın 1963’ten beri yürürlükte olan sıkıyönetim kanununun kaldırılması için bir hukuk komitesi kurulmasını emrettiğini duyurdu.

6 ve 7 Nisan’da Esad’ın Kürtlere vatandaşlık veren kararnameyle birlikte, ülkedeki kumarhanenin kapatılması ve öğretmenlere nicab yasağının kaldırılmasını içeren kararnameleri imzalaması da ülkedeki protestoları durdurmaya yetmedi. Dün (8 Nisan) Suriye’deki ayaklanmaların merkezi Deraa’da tarihi El Ömer Camii’nde cuma namazı sonrası toplanan kalabalığın Esad yönetimi aleyhine sloganlar atmaya başlaması üzerine açılan ateş ve sonrasındaki olaylarda 23 gösterici ve 19 polis öldürüldü. 75 civarında yaralının da olduğu bildirilen olayların, bugüne kadar Suriye’deki en kapsamlı gösteriler olduğu söyleniyor11. 

Suriye’de şimdiye kadar su yüzüne çıkan gelişmeler Ortadoğu’daki diğer devrimlerde olduğu gibi şiddetlenerek artma eğilimi gösterdi. Çünkü insanlar bir kez meydanlara çıkma cesareti gösterip yıllardır katlandıkları status quo’nun ne kadar zayıf olduğunu farkettiklerinde somut kayıplar verseler de korkarak geri çekilmek yerine daha da ileri gitme kararlığında oldu. Diğer Arap ülkelerindekinin aksine Suriye’deki ayaklanmanın farklı yöne evrileceğine ya da yatışacağına dair somut bir belirti de şu ana kadar ufukta gözükmüyor. 

Şam Yönetimi veya daha doğru ifadeyle yönetimi elinde tutan Nusayriler, siyasal bir pat durumuna düşmek üzereler ve mevcut siyasal durumu Almanca’daki “zugzwang” kelimesi çok iyi anlatıyor. Zugzwang, satrançtaki oyunculardan birinin yapacağı her hamlenin, mevcut durumu kötüleştirmesi nedeniyle hamle yapamama durumuna karşılık gelir. Rejimin geleceği açısından Şam yönetiminin elinde iki seçenek var ve ikisi de bir şekilde Beşar Esad için şu anki durumdan daha kötü bir duruma geçilmesine karşılık geliyor. Ya bugüne kadar yaptıkları gibi muhalif sesleri bastırıp, toplum üzerindeki kontrolü artıracaklar (Baba Esad’ın 1982’de Müslüman Kardeşler’le beraber bütün Hama şehrini yakıp yıktığı gibi) ya da çok önceleri başlaması gereken reform sürecini bir şekilde başlatarak halkın taleplerine kulak verecekler. İlk senaryo muhtemelen ayaklanmanın ilk günlerinde uluslararası toplumun Libya ve Fildişi Sahilleri’yle meşgul olmasından faydalanılarak uygulamaya konulmak istendi, ancak ayaklanmalar çok hızlı bir şekilde yayıldı ve dünya medyasında yankı buldu. Bu yüzden artık daha az olası bir durum veya uygulansa bile rejimin bütün meşruiyetini yitirmesine yol açacağı için aynı ölçüde tehlikeli. İkinci senaryoya gelince; Esad yönetimi için halkın taleplerine boyun eğdiği bir reform ve toplumun sisteme siyasal katılım gösterdiği bir geçiş sürecini içeriyor. Bu süreç ise daha kırılgan ve Esad açısından her şekilde politik olarak daha az güçlü olacağı bir pozisyona razı gelmesini gerektiriyor. Bu sürecin nasıl yönetileceği Suriye’deki iç politika dengelerini de göz önünde bulundurarak büyük önem arz etmekte. Çünkü Beşar Esad, aslında onun şahsında mevcut Baas Partisi, muhaliflere elinin güçsüz olduğu izlenimini vermekten kaçınmak için halkın taleplerine yavaş veya gecikmeli yanıt vermeyi seçme eğiliminde olacaktır. Ancak bu durum üstü kapalı bir şekilde reform sürecindeki inisiyatifi kaybetme olasılığını da içeriyor. Eğer bu olasılık göz önüne alınmaz ve muhalifler reform sürecinin hızını ve içeriğini belirlemeye başlarlarsa, yani reform sürecini dayatabildikleri bir konuma gelirlerse, o zaman Suriye baştan aşağı değişecek demektir hem de Esad rejimi olmadan.

Suriye’nin geleceği açısından Esad yönetiminin reform taleplerine duyarlı olarak çok partili siyasal hayata geçişe önderlik etmesi ve bunu başarılı bir şekilde yapması iyi bir seçenek olarak değerlendirilebilir. 40 yıldır ülkeyi otoriter bir şekilde yönetmesine rağmen, merkezi yönetim aygıtının dağıldığı bir Suriye, herkes için daha tehlikeli bir Suriye olacaktır. Ülke tarihine kısa bir göz atan herkes, bunun neden böyle olduğunu anlayabilir.

Yeni Türk Dış Politikası Test Ediliyor

Suriye, Türkiye için önemli bir ülke, hem en uzun sınırı paylaştığımız komşu ülke olarak hem de yeni Türk Dış Politikası gereğince Ortadoğu’da İsrail’in yerine ve daha büyük ölçekte de Ürdün ile birlikte AB’nin yerine ikame ettiğimiz stratejik partnerimiz olmasından dolayı. 18 Mart’ta Deraa’da başlayan ayaklanmalar sadece Esad yönetimini değil, aynı zamanda Türkiye’nin yeni dış politikasını da test ediyor. Türkiye Tunus’la başlayan Arap Baharı’na hazırlıksız yakalansa da Mısır’daki devrim sırasında açıkça Mübarak’e görevi bırakması çağrısında bulunmasıyla Arap halklarına Mısır üzerinden destek mesajı göndermişti.12 Ancak olaylar Türkiye’nin hesabının tersine gelişmekte ısrar etti (ve ediyor). Devrimin bir sonraki durağı Libya’da her ne kadar Kaddafi’yi desteklemesek bile, liderlik rolünün Fransa tarafından üstlenilmesi Türkiye’yi gölgede bıraktı ve bizi bir anda sivillerin korunmasını amaçlayan askeri harekâta karşıymış pozisyonuna düşürdü. Son olarak bu hafta Suriye’nin ayaklanmalarla çalkalanması üzerine uluslararası toplumun dikkati buraya yönelmişken (ABD ve AB sivillerin üzerine ateş açılmasını kınadığını açıkladı.)13 Türkiye’den Şam yönetimine yönelik herhangi bir açıklama gelmemesi de manidar olmaktan öte Esad’a bir destek anlamına geliyordu. Bugün Cengiz Çandar’ın aktarmasıyla öğreniyoruz ki Ahmet Davutoğlu Beşar Esad’a destek ve reform tavsiyesi vermek üzere Şam’a gitmiş14. Gerek heyet görüşmeleri ve Davutoğlu’yla Esad’ın başbaşa görüşmelerinde Ahmet Davutoğlu’nun diger Arap otokratlara da sunduğu öneriler konuşulmuş. Çandar’ın aktardığına göre bunlar “Ya değişimi siz yöneteceksiniz; Veya değişimi zamana yaymaya ve ömrünüzü bu yolla uzatmaya kalkacaksınız ki, bu yeterli olmaz; Ya da değişimin karşısında duracak, onu ezmeye kalkacaksınız.”15 Getirilen öneriler, mevcut koşulların sağ duyulu bir değerlendirmesi sonucu Arap liderlerin ellerindeki opsiyonları çok güzel özetliyor. Ancak bu önerilerin ele verdiği bir diğer gerçek ise yeni dış politikamızın ‘derinliği’. Suriye, Ürdün ve Lübnan’la vize muafiyetini ve stratejik işbirliği konseyinin kurulmasını öngören ticaret anlaşması imzalandığında, bu anlaşmanın amacı resmi olarak dile getirilmese de AB’nin Türkiye’yi dışlayıcı politikalarını dengeleyici bir unsur olması –“Türkiye’nin başka alternatifleri de var” üzerinden- ve Ortadoğu’da Türkiye liderliğinde Fransa ve Almanya’nın 60’larda başlattığı işbirliğinin bir benzerini yaratmaktı.16 Anlaşmanın Türk şirketleri için yeni ekonomik fırsatlar yarattığı açık. Ekonomik açıdan değerlendirildiğinde anlaşmanın karlı bir anlaşma olduğu da savunulabilir. Ancak Türk Dış Politikası açısından değerlendirildiğinde Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasını bu ülkelerle yapılan işbirliği üzerinden kurması, soru işaretleri yaratıyor. Suriye’deki halk ayaklanması ‘bölgenin yükselen gücü’ Türkiye’nin Ortadoğu’daki en büyük partneri Suriye’nin üzerindeki etkisinin yukarıdaki üç seçeneği sunabilecek kadar olduğunu göstererek, gücünün yükseldiğini ama o kadar da yükselmediğini anlatıyor. Sadece Suriye-Türkiye ilişkileri açısından bakıldığında Esad rejimine bu kadar yakın durmak Türkiye’ye en kötü senaryo düşünüldüğünde bile –Esad rejiminin düşmesi ve yeni bir yönetimin oluşması- kısa vadede sorun yaratmayacaktır. Esad rejiminin gitmesinin başlı başına sorunlu bir süreç olduğu bir kenara bırakıldığında yeni gelen yönetimin de Türkiye’yle yakın ilişki kurmak ve Türkiye’nin Esad’la yaptığı işbirliğini sineye çekmek zorunda kalacağı açıktır çünkü orta vadeye kadar Suriye’nin Türkiye’ye ihtiyacı bizim onlara ihtiyacımızdan fazladır. Bizim açımızdan asıl sorun kendi içlerinde kırılgan ve halklarının gözünde meşruiyetleri az olan devletlere dayanarak bölgede dış politika geliştirmenin Türkiye’yi sürprizlere ve ani gelişmelere karşı savunmasız bırakmasıdır.

Bunun en son örneği Cumhurbaşkanımızın Ocak ayındaki Yemen ziyareti oldu. Türk şehitliğinin açıldığı ve Türkiye-Yemen İş Konseyi’nin kuruluşunun kararlaştırıldığı ziyaret, Cumhurbaşkanlığı makamı için bir ilkti. Türkiye’nin aktif siyaseti ve Ortadoğu’da istikrara katkısının övüldüğü ziyaret süresince, 30 yıldır ülkeyi demir yumrukla yöneten Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’e mali yardım sözü de verildi.17 Ve bugün gelinen noktada Yemen, halk ayaklanmalarıyla sarsılıyor, 8 Nisan itibariyle ABD’nin yıllarca desteklediği Salih’e görevi bırakması için baskı yaptığı medyaya yansıdı. Görüldüğü gibi 10 Ocak’taki ziyaretin sonuçları 9 Nisan’da değerlendirilince farklı bir artı/eksi tablosu ortaya çıkıyor. Ve bu Tunus, Libya, Suriye’den sonra dördüncü kez oluyor. Siz de Türkiye’nin akıntıya karşı kürek çektiği hissine kapıldınız mı?   

Özel olarak Suriye’deki ayaklanmaların, daha geniş perspektiften ise Arap Devrimleri’nin Türk Dış Politikası’na gösterdiği yol, bölgedeki otokratlarla yakın ilişkiler kurup ticari ortaklıklar yaratmanın ve bu şekilde bu ülkelerde bir miktar söz hakkına sahip olmanın bizim açımızdan ‘yeni’ olduğu, ama bölge halkları için pek de yeni sayılmadığı. Çünkü ABD’nin yıllarca –hem de bu işte uzmanlaşarak- yaptığı şey, bizim bugün “Türkiye Ortadoğu’ya açılıyor” diyerek yaptığımızdan farklı değildi. Eğer bölgede ve Dünya’da gerçekten etkin bir yere sahip olmak istiyorsak, orijinal ve hakikaten yeni fikirleri sunmamız gerektiğini kabul etmek bile Türk Dış Politikası açısından büyük bir mesafe almak olacaktır. Aksi takdirde bir devletin vatandaşlarının güvenliğini ülke sınırları dışında da sağlaması gibi rutin dışişleri görevlerini gerçekleştirerek birbirimize nasıl da bölgesel güç olduğumuzu anlatmaya devam edebiliriz.

Celil Işık
Kaynaklar
  1. Marguiles, Roni. 2011, Devrim mi değil mi?, Taraf, [Online]<http://www.taraf.com.tr/roni-margulies/makale-devrim-mi-degil-mi.htm>[8 Nisan 2011]
  2. Aljazeera, 2011, Timeline: Unrest in Syria, [Online] <http://english.aljazeera.net/news/middleeast/2011/03/2011329155923973612.html> [9 Nisan 2011]
  3. Times, 2011, Syria's Revolt: How Graffiti Stirred an Uprising, [Online] <http://www.time.com/time/world/article/0,8599,2060788,00.html?xid=fbshare> [9 Nisan 2011]
  4. gös.yer
  5. Lesch, W. David, 2011, The Syrian President I Know, New York Times, [Online] <http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=980CE0D61430F933A05750C0A9679D8B63&ref=syria>  [9 Nisan 2011]
  6. Corriere della Sera, 2011, La Siria vittima di un complotto,[Online] <http://www.corriere.it/esteri/11_marzo_30/discorso-assad-parlamento_d36af76c-5acb-11e0-9f1f-2edbd1a49bbb.shtml> [9 Nisan 2011]
  7. Der Spiegel, 2011, Wer die Schlacht haben will, kann sie haben”, [Online] <http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,754119,00.html>
  8. Aljazeera, 2011, Syria Live Blog, [Online] <http://blogs.aljazeera.net/live/middle-east/syria-live-blog-march-30> [9 Nisan 2011]
  9. New York Times, 2011, Syria tries to placate Sunnis and Kurds, [Online] <http://www.nytimes.com/2011/04/07/world/middleeast/07syria.html?scp=4&sq=syria&st=cse >
  10. gös.yer.
  11. New York Times, 2011, Syrian Protests Are Said to Be Largest and Bloodiest to Date, [Online] <http://www.nytimes.com/2011/04/09/world/middleeast/09syria.html?ref=syria> [9 Nisan 2011]
  12. Radikal, 2011, Türkiye Suriye’de Yaşananların Neresinde?, [Online] <http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=04.04.2011&ArticleID=1045033&CategoryID=132>
  13. Reuters, 2011, Obama condemns "abhorrent violence" of Syrian government, [Online] <http://www.reuters.com/article/2011/04/08/usa-syria-obama-idUSWNA582720110408> [10 Nisan 2011]
  14. gös.yer.
  15. Çandar, Cengiz, 2011, Ortadoğu Nereye, Türk Dış Politikası Ne Yöne? (2), [Online] <http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&Date=09.04.2011&ArticleID=1045569>  [9 Nisan 2011]

16.   Lebanese Press, 2010, Turkey, Lebanon, Syria and Jordan to Set Up Free Trade Zone, [Online] <http://lebanesepress.com/turkey-lebanon-syria-and-jordan-to-set-up-free-trade-zone>

  1. Presidency of The Republic of Turkey Website, 2011, Turkey-Yemen:Common History of 400 Year, [Online] <http://www.tccb.gov.tr/news/397/78610/turkeyyemen-common-history-of-400-years.html> [12 Nisan 2011]
Not: Resimler www.spiegel.de adresinden edinilmiştir.


Ömer Muhtar’ın Devrimci Torunları Mı Yoksa Amerika’nın Paravan Grupları Mı?


Eski NATO başkomutanı Wesley Clark,

“ 2001 yılının Kasım ayında Pentagon’da üst düzey bir ordu görevlisiyle konuştum. O şöyle dedi; Evet, biz hala Irak’a girmek için takipteyiz. Fakat daha fazlası var. Bu beş yıllık bir planın parçası olarak tartışılmıştır ve Irak ile başlayan sonra Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan ile devam eden toplam 7 ülke vardır."1

Orta Doğu’da, Tunus ile başlayan devrim dalgası Libya’ya uğradığında, Libya lideri Muammer Kaddafi Tunus ve Mısır gibi ülkelerin aksine, gösteriler karşısında sessiz kalmamış ve Libya halkına karşı aşırı güç kullanarak onlarca sivilin yaşamını kaybetmesine sebep olmuştur. Kaddafi’nin ordusu, şehirleri işgal eden isyancıları teker teker püskürtüp Bingazi kapılarına dayandığında, Batılı devletler destekledikleri iktidar karşıtı aşiretlerin başarılı olamayacağını anlayıp “insancıl müdahale” adı altında Libya hava sahasını uçuşa yasak bölge ilan etmişlerdir. Batı’ya meydan okuyan Kaddafi bu karar karşısında, işin ciddiyetini anlamış Libyalı bürokratların tavsiyeleriyle ateşkes ilan etmiş ancak Batılı devletler işini şansa bırakmamak adına Kaddafi yönetimindeki Libya’ya, uçuşa yasak bölge ilan edilmesinden sadece bir gün sonra hava saldırısı düzenlemişler ve karadan silahlı aşiretlerin yardımıyla Libya’nın diktatör lideri Kaddafi’nin koltuğundan indirilmesini amaçlamışlardır. Bu acele ve Kaddafi yönetimine son bir şans dahi tanımayan müdahale, aslında süper güç Amerika’nın çok önceden planladığı ve daha önce Ukrayna’da, Gürcistan’da ve 2000 yılında Yugoslayva’da oynanan oyunların bir benzeridir. Amerika, Gürcistan’da Kmara öğrenci hareketine verdiği destekle yarı-Stalinist Eduard Shevardnadze’yi devirmiştir. Onun yerine modern, İngilizce bilen Amerikan eğitimi almış genç milliyetçi Mikhail Saakashvili geçmiştir.2 Yugoslavya’da Miloseviç’e karşı isyana yol açan Amerikan destekli Otpor hareketi yine Amerika’nın vatani duygularını sömürerek kendi amaçları doğrultusunda kullandığı bir diğer gruptur. Nikaragua, Belarus ve Ukrayna’da yaşananlar klasik Amerikan politikasının diğer örnekleridir. Özetle, Libya’da yaşananlar aşiretler arası çekişmeden istifade edilerek yaratılmış bir senaryodur. Kaddafi’yi devirip Libya kaynaklarını sömürmek, operasyonun başlıca amacıdır. Ruanda, Bosna gibi olaylardan ders alındığını söyleyen ve bu sözde insancıl müdahalenin aciliyetini bu şekilde meşru hale getiren Batılı devletlerin samimiyetsizliği Kaddafi’nin yıllardır süren zulüm politikalarına sessiz kalmasından anlaşılmaktadır. Bu söylemleri uluslararası ilişkilerde yeri olmayan komplo teorilerinden uzaklaştırmak için Libya’nın jeopolitik önemini ve iç yapısını incelemek anlamlı olacaktır.

Libya Kaynakları ve Aşiretler

Libya, 46 milyar varillik kanıtlanmış rezerviyle, dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %3,5’luk kısmını elinde bulundurmaktadır. Libya’daki petrolün diğer bir özelliği yüksek kalitede olmasına rağmen düşük maliyetle çıkarılmasıdır. Ham petrolün piyasa değeri varil başına 100 dolardan fazla iken, Libya’da bir varil petrol yaklaşık 2-3 dolarlık bir maliyetle çıkarılmaktadır. Kaddafi rejimi böylece petrolden büyük miktarda kar elde etmektedir. Libya’da Kaddafi hükümetine bağlı olan Libya Ulusal Petrol Şirketi’nin yanı sıra diğer yabancı özel şirketleri de faaliyet göstermektedir.3 Bu yabancı şirketlerin varlığı ve Libya hükümeti ile ilişki dereceleri, o özel şirketlerin bağlı olduğu devletlerin Libya’da yaşanan olaylara gösterdiği tepkilerin büyüklüğü ile doğru orantılı olmuştur. Libya’da isyandan önce faaliyet gösteren yabancı şirketler Fransız Total, İtalyan ENI, Çin Ulusal Petrol Şirketi, British Petroleum, İspanyol Petrol Birliği RESPOL, Chevron, Occidental Petroleum, Hess ve Conoco Phillips’tir. Bu çeşitlilik içerisinde, kaynakların kullanımı açısından Çin ve İtalya başı çekmektedir. Şirketler ve devletler arası petrol rekabetinde Çin’in ve İtalya’nın birkaç adım öne çıkarak pastanın büyük kısmını alması, İngiliz-Amerikan şirketlerini rahatsız etmiştir. Libya petrolünün %11’i Çin’e aktarılmaktadır. İtalyan petrol şirketi ENI Libya petrolünün %25’ini çıkarmaktadır. Akdeniz’deki Yeşil Akım boru hattıyla İtalya, petrolünün %30’unu ve gazının %10’unu Libya’dan ithal etmektedir.4 Berlusconi ve Kaddafi’nin yakın dostluğu da bu sebebe dayanmaktadır. Kaddafi’nin Ömer Muhtar’ın fotoğrafını göğsünde taşıyarak, İtalya’da İtalyanlara meydan okurcasına dolaşma cesaretini kendinde görmesi bu bağlamda değerlendirilebilinir.

Libya; ayrıca Fransa etkisi altındaki Çad, Tunus, Nijer ve Cezayir gibi birkaç ülkeye sınır komşusudur. Çad, potansiyel bir petrol zengini ekonomidir. Amerikan Chevron ve ExxonMobil şirketlerinin Çad’ın güneyinde boru hatlarını içeren projeler kapsamında ekonomik çıkarları vardır. Çad’ın güneyi aynı zamanda petrol zenginliği bakımından stratejik öneme sahip olan Sudan’ın Darfur bölgesine geçiş kapısıdır. Çin de Fransa ve Amerika gibi Çad ve Sudan petrolüyle ilgili menfaatlere sahiptir. Çin Milli Petrol Ortaklığı, 2007 yılında Çad hükümeti ile geniş kapsamlı bir anlaşma imzalamıştır. Nijer, zengin uranyum rezervleri ile Birleşik Devletler için stratejik bir konuma sahiptir. Şu anda, Fransa, eskiden Cogema olarak bilinen, Fransa Nükleer Şirketler Topluluğu, Areya, aracılığıyla Nijer’deki uranyum endüstrisini kontrol altında tutmaktadır. Çin de aynı zamanda Nijer’deki uranyum endüstrisinde paya sahiptir.5

Görüldüğü üzere Libya, İtalyan ve Çin şirketlerinin büyük ölçüde etkisi altındadır. Bunun yanı sıra Libya’nın komşuları olan Nijer, Tunus ve Cezayir’de Fransa’nın tarihten gelen bir egemenliği vardır. Amerika, bölgedeki Çin ve Avrupa devletlerinin etkisini kırmak istemekte ve bölgede egemen güç olmayı hedeflemektedir. Libya’ya yapılan Amerikan müdahalesi bu planın parçaları arasında yer alır. 1884 yılında Berlin Konferansı’nda pasif kalarak bölgeyi Avrupalı devletlerin egemenliğine bırakan Birleşik Devletler, artık gücünü bölgede fazlasıyla hissettirmek istemektedir. Günümüzde petrol, doğalgaz ve uranyum gibi stratejik minarellerin kontrolüne bağlı olarak Amerika’nın müdahalesi sonucu, Afrika’nın yeniden parçalanması İngiliz-Amerikan şirketlerini destekler, Çin’e zarar verir ve Avrupa Birliği ülkelerinin etkisini azaltır.


Petrol ve önemli minarellerin yanı sıra Libya’nın su kaynakları müdahalenin sebepleri arasında önemli bir yere sahiptir. Libya’nın önemli su kaynaklarına sahip olduğu tüm dünya kamuoyu tarafından bilinen bir gerçektir. Amerika’nın en yakın müttefiklerinden biri olan İsrail ve ayrıca Avrupa devletleri buradaki su kaynakları ile önemli ölçüde ilgilenmektedirler.

 Bu konuda hakkında Aksaray Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve İ.İ.B.F. Dekanı Prof. Dr. Sencer İmer kendisiyle yapılan bir röportaj esnasında aynen şunları söylemektedir: “Kaddafi çölde aşağı yukarı yılda 2 kilometreküp civarında su çekiyor. Bunu 6 kilometreküpe çıkaracaktı ve bütün Libya’nın su problemini de bu yolla çözdü. 10 centlik bir maliyetle tarıma 3 cente, sanayiye 30 cente veriyor. Bu bir noktada Libya’yı aynı zamanda tarım konusunda da dışa bağımlılıktan kurtardı, kendisi sebzelerini meyvelerini yetiştirebilecek duruma getirdi. Şimdi oralarda emirlikler olsa, böyle büyük su projeleri gerçekleşebilir miydi? Böyle baktığınız zamanda acaba bu suyun sadece Libya’ya bırakılmayacağı kadar önemli olduğu da bir işin arkasında yatan unsurlardan birisi midir? Bütün bunları düşünebiliriz, hatta İsrail’i düşünebiliriz bu çerçevede. Çünkü İsrail bayrağında biliyorsunuz iki tane mavi çizgi vardır. Biri Nil nehrini, diğeri Fırat nehrini işaret eder. İsrail, vaat edilmiş topraklarda tamamen dini esaslarla kurulu devlettir. Şimdi bu olayların bekasını sağlayacak su meselesini mutlaka çözmek gerekmektedir. Su meselesini çözerken, Libya’da olan su projesi acaba önemsiz bir proje midir? Çünkü Nil’den İsrail’e su verilmesi tartışılan konulardan biriydi. Belki Nil’den su verdiğiniz takdirde Libya’dan da Mısır’a su vermek söz konusu olabilir. Böyle baktığınız zaman da hadiseler yalnız petrolle ilgili değil, tamamen yaşamsal olan su kaynaklarının kullanımıyla ilgilidir. Kaddafi rejiminin Libya’da özellikle doğuda Kufra bölgesinde bulduğu su miktarı 140.000 kilo metreküptür yani 1400 yıllık Nil nehri debisi kadar su kaynağı vardır. Buna mukabil batıda Trablus’u besleyen yerde de yer altı suyunun olduğunu biliyoruz. Suni nehir projesi yalnızca 1000 kilometreküp olarak projelendirilmiştir. Yani 140.000 kilometreküplük varlığa rağmen 1000 kilometreküplük için projelendirilmiş bir şeydir. 1000 kilometreküpte Libya’ya rahatlıkla 250 sene yetmektedir. Böyle baktığınız zaman da burada çok önemli bir kaynağın olduğunu görüyorsunuz. Yalnız petrol ve gaz değil, bu bölge için su da yaşamsal bir önem taşıyor. Aynı zamanda burada önemli uranyum yatakları var, başka minareller var.

Bu önemli kaynaklar üzerinde Amerikan ve İngilizler tam hakimiyet kurmak istemektedirler. Fransa, Amerika’nın bu gayretlerini görmüş ve bölgedeki çıkarlarını Amerika’ya kaptırmamak adına operasyonun her aşamasında başrolü üstlenmek istemiş fakat Amerika, NATO’yu göreve çağırarak ve komutayı NATO’ya devrederek kusursuz planında Fransa’nın başına açacağı bir sorundan kaçmak istemiştir. İtalyanlar, Libya ile olan ticari ilişkilerinden dolayı operasyona önemli seviyede destek sağlamamaktadır. Oradaki sivil insanların ölümü, Libya halkının çaresizliği operasyonda etkin rol oynayan ülkelerinin hiçbirinin umrunda değildir. Kaddafi sonrası Libya’da Kaddafi’nin caniliği sadece el değiştirecektir. Libya’da aşiretler arası bir çatışma mevcuttur. Kaddafi ve onun yandaşı aşiretlerin yerini diğer Amerikan kuklası aşiretler alacaktır. Onların istediği, Libya petrolünü satarak kendi zenginliklerini yaratmaktır. Savaş halindeki Libya’daki Kaddafi karşıtı bu aşiretlerin Libya petrolünü satmaya şimdiden başlaması, bu hareketin bir halk hareketinden çok aşiretler arası bir çıkar çatışması olduğunu anlamak için değerli bir gerekçedir.  30 sene önce Kral İdris’i deviren Kaddafi aynı süreçten şu sıralarda kendisi geçmektedir. Libya’da 10 büyük aşiret ve bunların altında onlarca küçük alt aşiretler vardır. Kaddafi, kendi aşiretine yoğun imtiyazlar tanımış; diğer aşiretleri küstürmüştür. Werenfels’e göre bu eşitlikçi olmayan politikalar protestoların ana sebebidir.6Bu doğal olarak inanılmaz oranda bir kine yol açtı. Bingazi’de gördüğümüz şey, öncelikle ihmal edilmiş bir bölgenin ve ihmal edilmiş aşiretlerin isyanıydı. Tüm doğu ihmal edildi ve bunun intikamı da alındı.“ Libya, Kuzey Afrika’nın en zengin ülkesi olsa da bu zenginlik kesinlikle eşit dağıtılmıyor. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2010 yolsuzluk barometresinde, Libya 178 ülke arasında İran ve Nepal’in ardından 146’ıncı sırada yer alıyordu. Yolsuzluk ve kayırma aşiretler arasındaki keskin bölünmeyi de beraberinde getiriyor.
Sonuç
Sonuç olarak her ne kadar bazı devletler Libya’daki olaylarla kendileri arasında bir bağlantı kuramayıp, olaylar başladıktan sonra dahi bir plan geliştiremezken, Amerikan Devleti Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da oynayacakları oyunun senaryosunu yıllar öncesinde yazmıştı. “Amerikan Savunmasının Yeniden Yapılandırılması” başlığı altında yayımlanan 2000 tarihli Yeni Amerikan Yüzyılı projesi raporu uzun bir savaşın uygulanması için çağrıda bulunuyor.  Bu askeri gündemin ana parçalarından biri “eş zamanlı birçok cephede savaşmak ve bozguna uğratmaktır.” şeklinde tanımlanmaktadır.7 Bu savaşlardan biri de Libya savaşıdır. Irak ve Afganistan savaşları arasındaki fark ise daha önceki büyük kayıplardan dolayı Amerika’nın Libya’ya kara harekatı düzenlememesidir. Beyaz Saray’ın tek ilgilendiği şey kendi menfaatlerdir. Yemen ve Bahreyn’de Libya’ya müdahale edilmesini gerektiren koşulların çok benzeri olmasına rağmen bu ülkelere karşı herhangi bir yaptırım ya da ciddi bir söylem geliştirilmemiştir. Çünkü o ülkelerde Amerika kontrolü elinde tuttuğuna inanmaktadır. Uygulanan bu çifte standart, Libya müdahalesi hakkında kamuoyunu daha da kuşkuya düşürmektedir.  Birçok kez yinelediğim gibi Amerika çıkarları doğrultusunda hareket etmekte, Libya’nın zenginliklerini Çin ve Avrupa’ya kaptırmak istememektedir. Diğer NATO ülkelerinin bir kısmı ise oradaki kaynaklardan kendi paylarını almak istemekte bir kısmı ise hedeflerini öngörememektedir. Libya olayı sadece bir halk olayı olarak değerlendirilmemeli, olay uluslararası güç dengesi bakımından incelenmelidir.
 Abdullah ORHAN


       Referanslar
  1. Chossudovsky Michel, "Operation Libya" and the Battle for Oil: Redrawing the Map of Africa, 25.04.2011, http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=23605
Wesley Clark, Winning Modern Wars, p. 130
  1. Victor S, Otpor, Zubr, Kmara, Pora, Mjaft: Eastern Europe’s children of the revolution or front groups for the CIA?, 15.03.2011 http://apostatewindbag.blogspot.com/2004/12/otpor-zubr-kmara-pora-mjaft-eastern.html
  2. Chossudovsky Michel, gös.yer.
  3.  gös.yer.
  4. gös.yer.
  5. PROF. DR. SENCER İMER Orsam Su Araştırmaları Röportajı, 02.05.2011, http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/uzmangorusugoster.aspx?ID=281
  1. Chossudovsky Michel, gös.yer.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

İleri Demokrasilerde İleri Sansür Özgürlüğü



Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Basın Özgürlüğü Günü olarak ilan edilen 3 Mayıs'a yaklaşırken dünyada ve ülkemizde basın özgürlüğü ya da daha geniş olarak ifade özgürlüğünün durumu pek de iç açıcı değil. Düşünce ve ifade özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmazlarından biri olarak görülüyor. Ama yine de tarih boyunca güvenlik ve özgürlüğün birbirine zıt olarak kullanıldığını görebiliriz. Güvenlik için özgürlüklerden feragat edilmesi gerektiği iddiası yalnızca Türkiye'ye özgü değil, tüm dünyada var olan bir durum ve yalnızca günümüze dair de değil. Birincil amacı hayatta kalmak olan insanların güvenlik için özgürlüklerinin bir kısmından feragat edip devleti kurduğunu söyler Hobbes. Yaklaşık iki yüz yıl sonra ise  Tocqueville, demokrasinin yalnızca içinde özgürlük de varsa iyi bir yönetim biçimi olduğunu; fakat özgürlüktense kolaylıkla tiranlıkla da sonuçlanabildiğini iddia eder. İfade özgürlüğüyle ilgili olarak John Stuart Mill 'On Liberty'de yasalar veya devletten çok, insanların, çoğunluğun tiranlığından ('tyranny of majority'/ çoğunluğun diktası/ sosyal tiranlık) özgür olması gerektiğini ve ifade özgürlüğünün insanlığın gelişiminin şartı olduğunu tartışmıştır. Mill'e göre özgürlüğün sınırı başkasının özgürlüğüdür ve 'zarar prensibi' geçerli olmalıdır.


 Başkasına (fiziksel) zarar vermediği sürece ifade özgürlükleri kısıtlanamaz Mill'e göre.1 Fakat 'zarar prensibi' günümüzdeki tartışmalar için yetersiz kalıyor.Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Basın Özgürlüğü Günü olarak ilan edilen 3 Mayıs'a yaklaşırken dünyada ve ülkemizde basın özgürlüğü ya da daha geniş olarak ifade özgürlüğünün durumu pek de iç açıcı değil. Düşünce ve ifade özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmazlarından biri olarak görülüyor. Ama yine de tarih boyunca güvenlik ve özgürlüğün birbirine zıt olarak kullanıldığını görebiliriz. Güvenlik için özgürlüklerden feragat edilmesi gerektiği iddiası yalnızca Türkiye'ye özgü değil, tüm dünyada var olan bir durum ve yalnızca günümüze dair de değil. Birincil amacı hayatta kalmak olan insanların güvenlik için özgürlüklerinin bir kısmından feragat edip devleti kurduğunu söyler Hobbes. Yaklaşık iki yüz yıl sonra ise  Tocqueville, demokrasinin yalnızca içinde özgürlük de varsa iyi bir yönetim biçimi olduğunu; fakat özgürlüktense kolaylıkla tiranlıkla da sonuçlanabildiğini iddia eder. İfade özgürlüğüyle ilgili olarak John Stuart Mill 'On Liberty'de yasalar veya devletten çok, insanların, çoğunluğun tiranlığından ('tyranny of majority'/ çoğunluğun diktası/ sosyal tiranlık) özgür olması gerektiğini ve ifade özgürlüğünün insanlığın gelişiminin şartı olduğunu tartışmıştır. Mill'e göre özgürlüğün sınırı başkasının özgürlüğüdür ve 'zarar prensibi' geçerli olmalıdır. Başkasına (fiziksel) zarar vermediği sürece ifade özgürlükleri kısıtlanamaz Mill'e göre.1 Fakat 'zarar prensibi' günümüzdeki tartışmalar için yetersiz kalıyor.

Uluslararası ilişkiler disiplininde realistlere göre hayatta kalmak devletlerin birincil amacı olduğu için güvenlik de önemli olmuş. Tabi bu algılar terör, savaş ve benzeri durumlarla daha da şekilleniyor. 11 Eylül, dünya çapında bir değişime neden olurken Türkiye'ye bakarsak terör, bölücülük, ve darbe girişimleri özgürlüklerin kısıtlanmasında birincil nedenler olarak kullanılmış görünüyor. Güvenlik tehditlerinin çoğu zaman devletlerin işine geldiğini söylemek hiç de yanlış olmaz. Devlet güvenlik gerekçesiyle de olsa özgürlükleri kısıtladıkça totaliter ve baskıcı olmaya daha da yaklaşıyor. Bu bağlamda en önemli kısıtlama basın özgürlüğüne getiriliyor. Devletlerin en büyük kontrol mekanizması 'iletişim' çağında' medyadan geçiyor. Her ne kadar internetin olduğu bir dünyada bu kısıtlamaların yüzde yüz geçerliliğinden bahsetmek mümkün olmasa da, yönetenler ifade özgürlüğünü kısıtlamaktan, basına ve internete sansür getirmekten geri durmuyor. Düşünür ve yazarlara hücre hapsi, hapis, işkence ve ölüm tehditi ifade özgürlüğünü kısıtlamak için kullanılan yaygın yöntemlerden. Değişen teknoloji sayesinde en son Ahmet Şık'ın kitap taslağının internet üzerinden yayılması örneğinde olduğu her şeyi engellemek mümkün olmuyor yine de. Diğer taraftan Çin, basına ve internete getirdiği sansür sayesinde, 1989'da öğrencilerden oluşan göstericilerin polis tarafından ateş açılarak öldürülmesi ile sonuçlanan Tiananmen Meydanı’ndaki olayların Çin halkı tarafından halen tam olarak bilinmemesini sağlayabiliyor.2 Çin'deki sansür uygulamasına yeni bir örnek ise Mart ayında kabul edilen genelge kapsamında film ve dizilerde fantezi öğeleri, zaman yolculuğu, efsaneler, tuhaf hikayeler, absürd teknikler, batıl inançlar, kadercilik, reenkarnasyon, muğlak ahlaki dersler ve olumlu düşünce eksikliği yasaklanması.3

Elbette sınırsız ifade özgürlüğü anlamsız olur. Fakat bu sınırı iyi çizmek gerekiyor. Örneğin 'ev malzemeleriyle nasıl bomba yapılır' konulu bir kitabın satılması ifade özgürlüğünün sınırları açısından tartışmalı olur; veya çocuk pornografisi için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bunlar, herkesin ifade özgürlüğünün sınırları içinde olmadığına hemfikir olabileceği konular. Ama daha karmaşık konular da var. Örneğin; soykırım inkarı, nefret söylemleri ve dinle ilgili ifadeler. Bunlar biraz daha tartışmalı konular. Hukuk profesörü Eralp Özgen'e ve de birçok uluslararası anlaşmaya göre "şiddete yönelik, şiddeti öneren, şiddeti özendiren, teşvik eden, suçu tahrik eden düşünce açıklamalarının düşünce özgürlüğü kapsamının dışında olması gerekir"4

Son yıllarda Batıdaki ifade özgürlüğü tartışmaları ağırlıklı olarak din üzerine. 2008 yılında BM İnsan Hakları Konseyi'nde tartışılan bir karar, bazılarınca dini değerlerin demokratik değerlerden üstün tutulması olarak görülüp eleştirilmişti. Dini inançlar ile ilgili rencide edici ifadeler içerdiği düşünülen ve bu nedenle dava konusu olmuş ya da bazı kitleleler tarafından nefretle ve toleranssızlıkla karşılık verilmiş olaylardan bazıları şunlar: 1988'de Salman Rushdie'nin romanı 'the Satanic Verses', Danimarkalı karikatüristlerin Jyllands-Posten gazetesinde yayınlanan karikatürleri, 1979 yapımı Monty Python filmlerinden 'the Life of Brian', sürreal müzikal 'Jerry Springer: the Opera', 2004'te çekilen Aayan Hirsan Ali'nin filmi 'Submission Part One'5. Bunun örnekleri Türkiye'de de görülüyor. En son Bahadır Baruter'in Penguen dergisindeki karikatürü için hakkında suç duyurusunda bulunulmuş ve sosyal medyada bir linç kampanyası başlatılmıştı. Konu din olunca ifade özgürlüğünden feragat edilmesi gerektiği gibi bir düşünce var. Ancak ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına gösterilen her toleransın daha ileri ifade özgürlüğü kısıtlamalarına neden olacağı düşünülmeli.
"Free-speech for everyone but bigots is no free speech at all. The right to transgress against liberal orthodoxy is as important as the right to blaspheme against religious dogma or the right to challenge reactionary traditions."
Kenan Malik

Hukuk
Uluslararası hukuka baktığımızda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesinde ifade özgürlüğünden bahsediliyor. 10. maddenin 2. kısmında sınırlama konusu düzenleniyor.6
AİHS 10. Madde:
1-Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.
2-Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin de 19. madddesi ifade özgürlüğünden bahseder. Bildirgeye göre; ifade özgürlüğünün sınırı, bildirgede yer alan hak ve özgürlüklerin bu özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik olarak kullanılmasıdır.7
BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 19. Madde:
Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır.Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malümat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.
         
Türkiye'de, demokrasiyi yalnızca oy vermekle eşdeğer tutan bir anlayış var. Halbuki düşünce özgürlüğü olmadan, yönetenler hakkındaki düşünceler ve karşıt görüşler özgürce dillendirilmeden demokrasiden bahsetmek mümkün değil. Ayrıca Türkiye'nin mecliste temsil için gereken %10luk barajla Avrupa Konseyi'ne üye devletler arasında en yüksek orana sahip olması sandıkta da demokrasiden kaldığını gösteriyor. Türkiye'deki yasalara baktığımızda genel olarak ifade özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün kısıtlanmasında kullanılan yasalar şunlar: hakaret, Türk miletine hakaret (TCK 301), Terörle Mücadele Kanunu, Basın Kanunu, kamu düzenine, devletin güvenliğine ve anayasal düzene karşı suçlar, müstehcenlik, halkı askerlik hizmetinden soğutmaya yönelik ifadeler ve soruşturmaların gizliliğini ihlal.8 Akademisyenler, gazeteciler veya yazarlar çok geniş bir suç tanımı içeren yasalardaki boşluklar nedeniyle kolaylıkla haklarında dava açılabiliyor. Türk Ceza Kanunu'nda basın ile ilgili bazı maddelerin değiştirilmesi yönündeki yeni taslağa ise gazeteciler ve hukukçular olumsuz bakıyor. Yapılan bazı değişiklikler olumlu olarak kabul edilirken (örneğin bir kez internete düşmüş veya yayınlanmış gizli konuşma ya da görüntünün yayınlanmasının serbest hale gelmesi), genel olarak değişikliklerin basın özgürlüğünü daha da kısıtladığı savunuluyor. Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Ercan İpekçi'nin yorumları de bu yönde: "Bir yandan basın özgürlüğü getiriyormuş gibi gösterip basın özgürlüğü bu kadar ayaklar altına alınmaz. Amaç, basın özgürlüğü değil; siyasi iktidarlara medya eliyle propoganda özgürlüğüdür." Eleştirilere neden olan diğer bir noktaysa Terörle Mücadele Yasası'nda herhangi bir değişikliğe gidilmemesi.9 Avrupa'da da 2011 yılının başında yürürlüğe giren yeni Macar Basın Kanunu AB'de tartışmalara yol açmıştı. AB Komisyonu, Macaristan'dan değişikliğe gitmesini talep etmişti. Kanunun tartışmalara yol açmasının nedeni; çok geniş suç tanımları içermesi, hükümetin medya üzerinde yüksek kontrol sağlamasına izin vermesi. Kanunda değişikliğe gidildi, fakat AB tarafından yeterli bulunmadı ve daha fazla değişiklik taleplerine ve eleştirilere yol açtı.10  Ancak basın ve ifade özgürlüğünde sorun yalnızca yasalardan kaynaklanmıyor. Bir örnek vermek gerekirse, hikayesinin bir kısmı filme de çekilmiş olan ('Press') ve 1992 - 1994 yılları arasında yayınlanan Özgür Gündem gazetesi, 30 Mayıs 1992'de 'Egemenlik kayıtsız şartsız DGM'nindir' manşetiyle yayın hayatına başlamış; çoğunlukla Kürtlerin bulunduğu illerde yaşanan insan hakları ihlallerini, boşaltılan ve yakılan köylerin, işlenen faili meçhul cinayetlerin haberlerini yapmış ve 10 Aralık 1993 tarihinde merkez bürosu yüzlerce polis tarafından basılıp, herkes gözaltına alındıktan sonra Nisan 1994'te mahkeme kararıyla kapatılmasına dek 8 muhabir ve yazarı ile 19 dağıtımcısı silahlı saldırıya uğrayarak öldürülmüş.11

AB İlerleme Raporu ve Diğerleri
Basın ve ifade özgürlüğü demokrasinin temel taşlarından, bu nedenle de AB'nin üzerinde en çok durduğu konulardan ve Türkiye'nin önüne çıkan en önemli eleştiri malzemelerinden biri. En son 2010 AB İlerleme Raporu'nda basın ve ifade özgürlüğü konularında, Türkiye çokça eleştirildi. Raporda basın ve ifade özgürlüğü ile ilgili tek olumlu yanlar, hassas olarak görülen konularda tartışmaların daha serbest ve açık hale gelerek devam etmesi ve TCK 301. madde ile ilgili daha az dava açılması. Diğer taraftan AİHM'ye Türkiye'den ifade özgürlüğünün ihlaline ilişkin çok sayıda dava gelmesi, yargılama öncesi tutukluluk sürelerinin uzunluğu, Ergenekon davası kapsamında çok sayıda gazeteciye dava açılması, Kürt meselesini tartışan veya Kürtçe yayın yapan gazeteler üzerindeki baskının artması, internet sitelerinin sık sık yasaklanması ve bu yasakların kapsam ve süre bakımından orantısızlığı, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun'un ifade özgürlüklerini sınırlaması ve vatandaşların bilgiye erişim hakkını kısıtlaması, basına yönelik siyasi baskılar, üst düzey yetkililerin ve siyasetçilerin gazeteciler hakkında çalışmalarıyla ilgili davalar açması eleştirilmiş.  Birçok kez tekrar edilen sorun ise tüm bunların otosansüre yol açabileceği. Ayrıca Ceza Yasası, Basın Yasası ve Terörle Mücadele Yasası'nın konu ifade özgürlüğü olunca kısıtlayıcı olarak kullanılması da eleştiri konusu olmuş. Türk hukukunun AİHM ve AİHS ile uyumlu olacak şekilde ifade özgürlüğünü garantilemediği belirtilmiş.12 AP Türkiye raportörü Ria Omen Rujiten de özellikle Erdoğan'ın Strasbourg'da gazetecilerle ilgili sert çıkışından sonra, konuyla ilgili fikirlerini dile getirmişti. Tutuklanmaların demokrasiyle bağdaşmadığını ve Ergenekon duruşmasının seyrinin değiştiğini söyleyen Rujiten "özgürlüğün sağlanması fasılların açılıp kapanmasından daha önemli" demişti.13 



İlerleme Raporu yayınlandığında bazı siyasilerce "dengesiz" ve "gerçekleri yansıtmıyor" denilerek eleştirildi. Ama kaçırdıkları bir nokta, bunları yalnızca AB Raporu'nun değil; birçok bağımsız gazeteci topluluğunun, ifade özgürlüğü savunucusu topluluğun da söylediği. Geçtiğimiz ay, Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın (OSCE) hazırladığı raporu yayınlayarak Türkiye'nin, cezaevinde bulunan, IPI tarafından Dünya Basın Özgürlüğü Kahramanı ilan edilen Nedim Şener'in de aralarında bulunduğu, 57 gazetecisiyle, Çin'i ve İran'ı (34'er tutuklu gazeteci) iki kat geçerek dünyanın en çok tutuklu gazeteci bulunan ülkesi olduğunu açıkladı. Hala sürmekte olan davaların çokluğu nedeniyle bu sayının artacağı endişesi de belirtildi raporda. AGİT'in Basın Özgürlüğü Temsilcisi Dunja Mijatovic, yetkililerden Türkiye'nin basın özgürlüğü standartlarının AGİT'e karşı olan taahhütlere uyacak şekilde yükseltilmesini talep etti. Ayrıca IPI Direktörü Alisan Bethel McKenzie de Türk hükümetinden basın özgürlüğüne saygı duyulmasını ve işlerini yaptıkları için tutuklanan tüm gazetecilerin serbest bırakılmalarını talep etti. IPI Türkiye Komitesi Başkanı Ferai Tınç da Terörle Mücadele Yasasını eleştirerek yasanın basın özgürlüğünü tehdit ettiğini savundu.14

Avrupa Gazeteciler Federasyonu da (EFJ) 2010 yılında Türkiye'de Gazetecilerin Hakları ve Sendikal Özgürlüklere Dair Açıklama yayınlamıştı. Bu açıklamada "EFJ, Türk medyasının üzerine gölge düşüren ve demokratik bir kültürün yaratılmasına engel olan, sendikal hakların ve temel özgürlüklerin süregelen inkarını şiddetle kınamaktadır." ve medya üzerindeki yasak ve kısıtlamalarla ilgili olarak da "Türkiye'yi, Avrupa'da ve demokratik dünyada özgür gazetecilik düşmanı olarak damgalamaktadır." sözleri geçiyor.15 

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün (RSF) yayınladığı raporda ise Türkiye, basın ve ifade özgürlüğünde 178 ülke içinde 138. sırada yer alıyor. Raporda özellikle ucu açık yasaların kullanılarak gazeteci ve basın mensuplarına açılan davalar ve tutuklanmalar eleştirilmiş. Raporda AB'nin gerileme içinde olduğu belirtiliyor. Finlandiya, İzlanda, Hollanda, Norveç, İsveç, İsviçre ve Avusturya ilk yediyi doldurarak Avrupa'yı öne taşırken, Fransa (44. sırada), İtalya (Burkina Faso ile birlikte 49. sırada), Romanya (52. sırada), Bulgaristan ve Yunanistan (Benin ile birlikte 70. sırada) gerilerde yer alarak Avrupa'da basın özgürlüğünün inişte olduğunu gösterdi. BRIC ülkelerinin de aşağılarda yer alması ekonomik büyümenin kendi başına basın özgürlüğü getirmediğini gösterdi. Brezilya 58, Hindistan 122, Rusya 140 ve Çin 171. sırada yer alıyor. Türkiye 'gözetim altında' olan ülkeler arasında (Gözetim altında olan diğer ülkeler: Avustralya, Bahreyn, Belarus, Mısır, Eritre, Fransa, Libya, Malezya, Rusya, Güney Kore, Sri Lanka, Tayland, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri ve Venezüella). Diğer grubu ise 'İnternet Düşmanlar'ı oluşturuyor. Bu gruptaki ülkeler Burma, Çin, İran,  Küba, Kuzey Kore, Suudi Arabistan, Suriye, Türkmenistan, Özbekistan ve Vietnam.16 Bunun dışında RSF temsilcileri 13-19 Nisan tarihleri arasında Türkiye'ye araştırma gezisi düzenlediler. 15 yıl öncesinde yalnızca ordu ve Kürt meselesiyle ilgili haber yapanlar tehdit altındayken artık bütün gazetecilerin tehdit altında olduğunu ve Türkiye'nin basın özgürlüğüne saygı göstermeyen bir ülke olduğunu belirttiler. Araştırma gezisinin sonunda yapılan açıklamada şu cümleler geçiyordu: "Basın özgürlüğünü savunmanın ulusal öncelik haline getirilmesi için Türk yetkililerine çağrıda bulunuyoruz. Başbakan, gazetecilerin kendilerini özgür bir şekilde ifade etme hakkının savunulmasına bağlılığını göstermelidir. Kendisi, şu ana kadar böyle bir tutum sergilememiştir."17

108 ülkede 18 bin yayını temsil eden küresel gazetecilik örgütü Dünya Gazeteler ve Haber Yayımcıları Birliği'nin (WAN-IFRA) Başkanı Gavin O'Reilly ve Dünya Editörler Forumu'nun (WEF) (o zamanki) Başkanı Xavier Vidal-Foch, 2008 yılında Başbakan Erdoğan'a Doğan Grubu'na yönelik tehdit ve baskıları ile ilgili bir mektup gönderdiler. Mektubun içeriği şu şekildeydi: "Doğan Medya Grubu'na yönelttiğiniz tehditler ve kamuoyunu açıkça ilgilendiren bir konuda haber yayınlamalarını engelleme teşebbüsleriniz karşısında duyduğumuz ciddi endişeleri ifade etmek için yazıyoruz. (...) Türkiye Başbakanı olarak sizin yasal haberciliği bastırmak için çabalama gerekliliği duymanız ve Deniz Feneri e.V. skandalı gibi konularda haber yapma hakkı – ve aslında sorumluluğu – olan Doğan Grubu'nu tehdit etmeniz üzerine paniğe kapıldık. Saygıyla hatırlatmak isteriz ki, devletin görevi, medyanın profesyonel sorumluluklarını yıldırma korkusu olmadan yerine getirebilmesi için uygun bir ortam sağlanması, eleştirel haberciliği susturmaya çalışmaması olmalı. Medyaya yapılan bu tür saldırılar, araştırmacı gazeteceliğe ket vuran ve kendini sansürlemenin yaygınlaşmasına neden olabilen bir korku ikliminin oluşmasına neden olur." 18 Ayrıca 2009'da da yaptıkları bir açıklamada Doğan Grubu'na verilen yüksek vergi cezasının siyasi amaçlı bir yanıt olduğundan endişe duyduklarını belirttiler ve bu cezayı kınadılar.19 2011 yılına geldiğimizdeyse başka bir mektup gönderdiler. Gazeteci tutuklanmalarını kınayan WAN-IFRA ve WEF, Başbakan Erdoğan'dan Ahmet Şık ve Nedim Şener'in de araların da bulunduğu, ifade özgürlüğü haklarını kullandıkları için tutuklu bulunan herkesin serbest bırakılmalarını ve kendilerine yönelik tüm suçların kaldırılması yönünde adım atılmasını talep ettiler. Bu tutuklamaların BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de dahil olmak üzere birçok uluslararası anlaşmayı ihlal ettiğini hatırlattılar.20

Bağımsız bir örgüt olan Gazetecileri Koruma Komitesi'ne (CPJ) göre dünya genelinde 2010 yılı, 1996 yılından sonra gazetecilerin en çok hapsedildiği yıl olmuş. İran ve Çin'de 34'er, Birmanya'da 13 ve Özbekistan'da 6 gazeteci hapiste ve Küba, Etiyopya ve Sudan hapishanelerinde de gazeteciler bulunuyor. ABD'nin bu yıl gazetecilerin tutuklandığı ülkeler listesinde olmadığına fakat daha önce, ceza almasalar da Irak, Afganistan ve Guantanamo'da birçok gazetecenin bir yılı aşkın süreyle gözaltında bulundurulduğuna dikkat çekiyor. CPJ'nin raporuna göre gazetecilere karşı en çok kullanılan suçlamalar, devlet karşıtı suçlamalar(olanlar). İkinci sırada ise sansür kurallarının ihlali ile ilgili suçlamalar yer alıyor. Rapora göre birçok davada devletler eleştirel yazar veya gazetecilere çalışmalarına karşı misilleme niteliğinde suçlamada bulunuyorlar. Diğer davaları ise yalan haber yapma, etnik kimliklere ve dini inançlara saldırı suçlamaları oluşturuyor. Örgüt tutuklu gazeteci sayısında diğer ülkeleri geçerek birinci sıraya yerleşen Türkiye'de tutuklanan gazetecilerle ilgili kaygılarını sıkça dile getiriyor. Bu gazetecilerin özellikle hükümeti eleştirenlerden oluştuğuna dikkat çeken örgütün yönetim kurulundan Joel Simon, bu davaların Türkiye'yi eleştirel basın için bir mayın tarlası haline getirdiğini savundu ve devletten, tutuklanan gazetecilerin serbest bırakılmalarını ve onlara karşı bulunan herhangi bir delilin ortaya dökülmesini talep etti.21

ABD Dışişleri Bakanlığı 2010 İnsan Hakları Raporu'nun Türkiye bölümünde, basın ve ifade özgürlüğünün gerilemesi ve internet özgürlüğünün sınırlandırılması yer aldı. Rapora göre kanunlar basın ve ifade özgürlüğünü teminat altına alıyor, fakat yasal boşluklar devletin bu özgürlükleri sınırlandırmasına olanak veriyor. Terörle mücadele, basın ve seçim yasalarının da ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı rol oynadığı açıklanıyor. Rapordan bazı önemli kısımlar: "Birçok vakada bireyler, devleti ya da hükümeti, kendilerine dava açılma riski olmadan kamu önünde eleştiremedi ve hükümet, Kürt milliyetçiliği ile bazı dini, siyasi ve kültürel bakış açılarına sempati duyan kişilerin ifade özgürlüklerini kısıtlamaya devam etti. (...) Savcılar, basın özgürlüğünü kısıtlayıcı çeşitli yasalar altında, mahkemelere onlarca dava dosyası sunarak yazarları, gazetecileri, siyasi şahsiyetleri taciz etti. Ancak hakimler bu suçlamaların birçoğunu reddetti. (...) Bazı dönemlerde yetkililerin gazete bürolarına baskın emirleri verdiği, gazeteleri geçici olarak kapattığı, para cezaları verdiği, ifade özgürlüğüne yönelik yasaları ihlal ettikleri gerekçesiyle gazeteleri kapattığı, ifade özgürlüğüne yönelik yasaları ihlal ettikleri gerekçesiyle gazeteleri toplattığı görüldü. (...) Yasaların toplanma, dernek kurma, seyahat, siyasi faaliyet özgürlüğü gibi konuları koruma altına aldığı ama bazı durumlarda devletin bu hakkın kullanımını pratikte kısıtladığı görülüyor." 22 

Bir İfade Özgürlüğü Olarak Eylem Hakkı
Son olarak ifade özgürlüğü kapsamında düşünülmesi gereken yürüyüş yapma hakkına değinirsek  "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir." diye başlayan anayasanın 34. maddesi şöyle devam ediyor: "Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir." Bu son kısımla Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'na referansta bulunuluyor. Bu yasa da Bölge Valisi, Vali veya Kaymakama milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlemesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla belirli bir toplantıyı yasaklama veya iki ayı aşmamak üzere erteleme hakkı veriyor. Tahmin edilebileceği gibi bu hak genelde gösterileri yasaklamak için kullanılıyor. Sonuçta ODTÜ'de yapılan protesto sebebiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın "Mala zarar verme" ve "izinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşünün dağıtılması sırasında kamu görevlisine direnme" iddiasıyla 117 kişi hakkında 1 yıldan 10 yıla kadar hapisle cezalandırılmaları istemiyle açtığı dava ilginç bir durum ortaya seriyor.


***
1994 yılında yaptığı bir konuşmada Mustafa Balbay, basın ve düşünce özgürlüğüne üç açıdan yaklaşmış. Birincisi gazeteciler ve gazetecilerin yaşamı ve içinde bulundukları durum. Artık yasaklara da gerek olmayacak, sistemle bütünleşmiş, sistemin istediği düşünceleri üreten bir basın oluşturulmaya çalışıldığını söylemiş. İkinci olarak gazetecilerin çalıştığı kurumla bağlantısına değinen Balbay "dünyanın hiçbir ülkesinde televizyon şirketi sahibinin bir de gazetesi yoktur, gazete sahibi olan kişinin bir de bankası yoktur... Patron ne isterse, hangi konunun üzerine gidilmesini istiyorsa o şekilde programlarını yapıyorlar." demiş. Son olarak da yasalara değinmiş ve yasaklarla dolu olan bu yasalara bile gerek kalmayacak bir ortam hazırlandığını söylemiş.23 Konuşmanın üzerinden çok uzun zaman geçse de durum pek değişmemiş görünüyor. Gözaltılarla birlikte Türkiye'de yaşanan olayların otosansüre yol açtığı ve açacağı herkes tarafından dillendirilen bir durum. İfade özgürlüğü ihlallerinin otosansür dışındaki bir diğer olumsuz yanı da duyurulamayabileceği için işkence, ırkçılık ve ayrımcılık gibi hak ihlallerinin müdahalesiz kalarak devam etmesi.24 İfade özgürlüğünün olmadığı, özgür bir tartışma ortamı yokluğunda, düşünmenin kısırlaşacağı bir ortam oluşacaktır. Böyle bir ortamda 'ileri demokrasi' söylemi ister istemez akla George Orwell'in 'Bin Dokuz Seksen Dört' romanındaki, duvarında 'Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir' yazan 'Doğruluk Bakanlığı'nı getiriyor.

Fakat artık devletlerin, sansürleme ve ifade özgürlüğünü kısıtlamalarında, tamamen olmasa da, başlarına buyruk olmalarını engelleyen denetleyici mekanizmalar var. Siyaset kuramcısı John Keane günümüzde 'temsili demokrasi'den 'monitory demokrasi'ye geçildiğini, artık dünyada hükümetlerin şeffaflığını ve ne kadar soruşturulduğunu takip eden (mahkemeler, insan hakları ağları, Democratic Audit Network, Global Accountability Project ve Transparency International gibi profesyonel örgütler, sivil insiyatifler, bloglar ve diğer internet bazlı denetimler gibi) kurumlar olduğunu ileri sürüyor.25 İnternetin gelişmesiyle, yalnızca basılı yayının olduğu döneme göre ifade özgürlüğünden verilen tavizlerin değişmesi kaçınılmaz. Denetleyen kurumların etkisinin boyutu tartışmalı olsa da ifade özgürlüğünü kısıtlamak gittikçe zorlaşıyor.


Sezgi Karacan

Referanslar:
1- Mill, John Stuart. On Liberty, 1859
2- Warburton, Negil. Free Speech: A Very Short Introduction, Oxford 2009, sy 38
3- "Çin 'Zaman Yolculuğu'nu Yasakladı!"  http://www.ntvmsnbc.com/id/25203033/  14/04/2011
4- Düşünceye Saygı, Düşünce Özgürlüğü Konuşmaları, Edebiyatçılar Derneği, Şubat 1995, sy 33
5- Warburton, 2009
8- AB 2010 İlerleme Raporu: Türkiye, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2010/package/tr_rapport_2010_en.pdf adresinden ulaşılabilir.
9- "Basın Yasası: Bir İleri İki Geri", Radikal,
10- AB Macaristan'daki 'Basın Kanunu'ndaki Değişikliği Beğenmedi, http://www.abhaber.com/haber.php?id=34158
11- Şenay, Aydemir. "İki Yılda 27 Çalışanı Öldürüldü", Radikal,
12- AB 2010 İlerleme Raporu: Türkiye
13- "Erdoğan'ın sert çıkışına Avrupa'dan aynı tonda yanıt", Radikal,
14- Ellis, Steven M., "OSCE Report Finds Turkey is Holding 57 Journalists in Prison", http://www.freemedia.at/singleview/5419/ 04/04/2011
15- EFJ'nin açıklamasına http://www.ifj.org/assets/docs/217/064/5f98ad9-dc49340.pdf adresinden ulaşılabilir.
16- RSF'nin raporuna http://en.rsf.org/press-freedom-index-2010,1034.html adresinden ulaşılabilir.
17- "Journalists still harassed despite progress with democracy", http://en.rsf.org/turquie-turkey-remains-a-dangerous-country-19-04-2011,40047.html 19/04/2011
18- WAN-IFRA ve WEF'in 2008 mektubuna http://www.wan-press.org/pfreedom/articles.php?id=4881 adresinden ulaşılabilir.
19- "Küresel gazetecilik örgütü WAN, Doğan Holding'e gelen cezayı kınadı", http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/kuresel-gazetecilik-orgutu-wan-dogan-holdinge-gelen-cezayi-knad-004740 25/02/2009
20- "Internaitonal Press Groups Condemn Journalist Arrests in Turkey",
 WAN-IFRA ve WEF'in 2011 mektubuna http://www.wan-ifra.org/articles/2011/03/14/protest-campaign-turkey adresinden ulaşılabilir.
22- "Savcılar dava açarak gazetecileri taciz ediyor",
23- Düşünceye Saygı, Düşünce Özgürlüğü Konuşmaları, Edebiyatçılar Derneği, Şubat 1995, sy 50
24- Fulton, Lauren. A Muted Controversy: Freedom of Speech in Turkey, Harvard International Review, Spring 2008
25- Keane, John. Democracy in the Age of Google, Facebook and Wikileaks. http://johnkeane.net/55/news/democracy-in-the-age-of-google-facebook-and-wikileaks adresinden ulaşılabilir.