2 Aralık 2011 Cuma

Hariciye - Aralık 2011

16 Ekim 2011 Pazar


Merhabalar! 

Biz yeni Hariciye'cileriz. 

Size çok güzel haberlerimiz var: Hariciye'nin 2. yılına Kasım sayımız ile hep beraber başlıyoruz. 

İlk toplantımızı aldık hatta yazılarımızın konularını belirledik bile. Arap Baharı'ndan ekonomiye, Avrupa'nın içinde bulunduğu durumdan edebiyata, sinemaya kadar pek çok konuyla geliyoruz. Tabii ki artık bir Hariciye klasiği olan "Erasmus'tan Mektup Var!" bölümümüzü de devam ettiriyoruz.

  Yeniden kocaman bir Hariciye ailesi olduk. 
Sizlerin de katkılarıyla daha da büyüyeceğimize inanıyoruz. 
Biz Hariciye'yi çok seviyoruz, herkes sevsin istiyoruz. 
Bunun için çalışıyoruz, uğraşıyoruz, çabalıyoruz. 
Siz de çabalarımızı görün, Hariciye en az bizim kadar sevin, sahiplenin!

Kasım ortası gibi, 2. yılına başlamış daha deneyimli bir Hariciye Kasım sayısı ile görüşmek üzere!

6 Eylül 2011 Salı

Türksam Başkanı Sinan Oğan ile Söyleşi: NATO Zirvesi, Füze Kalkanı ve Türkiye

Sinan Oğan: Öncelikle şunu belirtmek isterim; Türkiye’de bir dış politika dergisi çıkartmak o kadar zor ki koca koca kurumlar dış politika dergisi çıkaramazken, bir öğrenci topluluğunun dış politika üzerine bir dergi çıkartması hakikaten takdire şayan. Sizleri tebrik ediyorum.


HARİCİYE: Teşekkür ederiz. İsterseniz röportajımıza 19-20 Kasım günlerinde gerçekleştirilen NATO Zirvesi ile başlayalım. Lizbon’da yapılan kritik zirvede NATO’nun gelecek 10-15 yılını etkileyebilecek çeşitli kararlar alındı. Fakat biz daha çok bu zirvenin Türkiye ile ilgili kısmı üzerinde duracağız. Türkiye’yi ilgilendiren asıl konu füze savunma sistemlerinin topraklarımız üzerinde konuşlandırılması. Türkiye, zirve öncesinde NATO’dan bir dizi talepte bulundu. Örneğin; İran adının belgelerde yer almamasını istedi. Zirve sonrası medyaya baktığımızda, bu tamamen bir başarıymış gibi yansıtıldı. Buradan başlayalım, size göre bu, gerçekten bir başarı mıdır?
                                                                          
S.O: Bir sanal durum yaratıldı, Türkiye yanlış şeyler üzerinden bir pazarlık yapıyor. Türkiye’nin neleri pazarlık unsuru yaptığını daha sonra konuşacağız ama önce şunu söyleyeyim. Pazarlıklar daha çok elle tutulur, somut şeyler üzerinden yapılmalıdır. Pazarlıkları yaparken daha çok sizin ülkenizin çıkarları neyi gerektiriyor ona bakacaksınız. Örneğin; İran’ın isminin orada geçip geçmemesi mi önemlidir, yoksa sizin sırtınıza yüklenecek milyarlarca dolarlık fatura mı önemlidir? Bana sorarsanız milyarlarca dolarlık fatura orada İran’ın isminin geçip geçmemesinden daha önemlidir. Çünkü Avrupalılar kediye zaten kedi diyorlar. Bizde bazen karaya ak diyebiliyorlar ama orada kediye kedi diyorlar. Yani İran adının orda geçmesi ya da geçmemesi fiiliyatta bir netice doğurmuyor. Çünkü tehdit İran’dır. Bölgede böyle başka bir ülke yok. Suriye’nin elinde mi nükleer başlıklı füze var, yoksa Suudi Arabistan’ın mı? Tehdit İran’dır, tehdit edilen İsrail’dir. Bazı şeylerin tespitini doğru yapmak lazım. Bu işin biraz netameli olduğu ve özellikle seçmen nezdinde sıkıntılı yanlarının bulunduğu bilindiği için ilk olarak belirtmek gerekirse zirveye oy kaygısı olmayan Cumhurbaşkanı gönderildi. Oy kaygısı olan ve yürütmenin de başı olan Başbakan gitmedi. İkinci olarak, bir tane sanal talepler listesi yaratıldı. Mesela gazetelerden talepler listesinden zafer kazandığımız söylenen şeylere bakarsak ne deniliyor, Türkiye’nin şartı bunun bir NATO Zirvesi olması gerektiğiymiş deniliyor. Bu zaten bir NATO projesidir. Bu bir NATO projesiydi. Türkiye bunun bir NATO Zirvesi olmasını sağladı deniliyor ama böyle bir şey yok. İkincisi, ‘tehdit İran değil’ şartı. Tehdidin İran olduğu gün gibi ortadadır. Avrupalı liderler de bunu ifade ettiler. Diyelim ki siz oraya İran yazdırmadınız, böyle olunca tehdit İran olmaktan çıkıyor mu? Hayır. Kaldı ki NATO’yu az çok bilenler şunu da bilirler. Soğuk Savaş Dönemi’nde NATO’nun en büyük düşmanı SSCB olmasına rağmen, NATO kayıtlarının hangisinde “Düşmanımız SSCB’dir” diye yazılıdır? Biri bana göstersin. NATO kayıtlarında da yazmaz böyle bir şey. Burada sanal bir zafer görüyoruz. Başka sanal zaferlerimizden ne vardı?  Türkiye’nin her yerinin koruma altına alınması olayı. Türkiye’nin her yeri koruma altında değildir. Çünkü tehdit eğer İran ise füzeleri tespit edecek radarlar İran sınırına yerleştirilecek ve füze bataryaları ister Türkiye de isterse başka yerde olsun bunlar sınırları korumaz. Yani İran’a yakın olan hiçbir yer koruma altında olamaz. Bu füzeler ya kısa menzillidir ya orta menzilli ya da uzun menzilli kıtalar arası füzelerdir. Uzun menzilli füzeler ateşlendiğinde onları öncelikle bulundukları yerde imha etmeniz gerekir. Çünkü o üç farklı aşamadan geçiyor, bulunduğu yerde imha edemezseniz atmosfere geçiyor. Uzayda bir süre ilerliyor, sonra tekrar atmosferden geçerek atıldığı ülkeye doğru ilerliyor . O füzelerin ilk vurulacağı nokta çok önemlidir. Çünkü daha hızını alamamış bölgededir. Eğer belli bir mesafeden geçerse hızı çok yükselir ve vurma şansı da azalır. Diyelim ki İran bir tane kıtalararası füze geliştirdi ve attı. Onu, İran’da vuramadığınız takdirde gideceği güzergâhta vurmanız lazım. Ama İran’ın zaten böyle bir kıtalararası füzesi ve yakın gelecekte de bunu geliştirme ihtimali yok.

HARİCİYE: Elindeki füzelerin menzili zaten belli. Avrupa’da, Romanya ve Bulgaristan’ı vurabilecek menzildeler.

S.O: Kısa ve orta menzilli füzelerin hepsi Türkiye’den geçecek ve eğer hedef İsrail değilse Avrupa’ya gidecek. Füze nereden geçecek? Türkiye’den. Bunu nerde vuracaksınız? Türkiye üzerinde. Peki, deniliyor ki biz hedef değiliz, savaşan değiliz. Füze bizim toprağa yerleştiriliyor, radar bizim topraklara yerleştiriliyor ve serpinti de bizim topraklarımıza saçılıyor. Bizim burada zaferimiz ne? Acaba var da ben mi göremiyorum? Zafere ortak olmak, iyi bir şeydir. Hele ki ülkemiz adına bir zafere ortak olmak, büyük bir gurur kaynağıdır. Keşke böyle bir zafer olsa da biz de hep beraber gururlansak. Çünkü biz bir siyasi parti değiliz, bir düşünce kuruluşuyuz. Bizim için doğru her zaman doğrudur, yanlış her zaman yanlıştır. Doğruyu kim yaparsa onu savunuruz, yanlışı kim yaparsa onu eleştiririz. Dolayısıyla bizde yandaşlık veya candaşlık gibi bir durum olamaz. Zaten düşünce kuruluşlarının görevi de budur. Gelelim komuta meselesine. Sayın Başbakan bir hafta öncesinde “Komuta Türkiye’de olmalıdır.” diyor. “Düğmeye değil, butona biz basmalıyız.” diyor. Aradan bir hafta geçiyor ve açıklamasında “Komuta NATO’da olmalıdır.” diyor. Komutanın NATO’da olacağı belli zaten. İnsanlarımızın hepsi belki uluslararası ilişkiler mezunu ya da bu konuyla ilgili bireyler değildir. Ancak insanlar bu konuyu bilmiyor diyerek de onları kandırmanın bir manası yok. NATO sistemi içerisinde komutanın herhangi bir ülkeye devri diye de bir şey yok. Hiç kimse bunu Türkiye’ye devretmez.

HARİCİYE: Bunun için NATO Genel Komutanlığı var zaten.

S.O: NATO Genel Komutanlığı da ABD’nin etkisindedir. ABD’nin dışında hareket etmez. Bu füze savunma sistemi öyle bir şey ki burada saatler ve günler yok birkaç dakikayla iş halloluyor, çözülüyor veya çözülemiyor. Radarların füzeyi tespiti, bunun bildirilmesi ve bunu izleyen süreç otomatiğe bağlanmış bir NATO sistemidir ve bunun Türkiye’ye verilmesi de bu açıdan çok zor. Lizbon, bir siyasi mutabakat zirvesiydi. Burada genel hatlar belirlendi, ancak detaylar önemli. Önümüzdeki süreçte yapılacak toplantılarda ve 2011 Haziranında gerçekleşecek yeni toplantıda bütün bu detaylar şekillenmiş olacak. Ancak bu detaylar öyle önemli ki Türkiye’nin bunlara gerçek anlamda vâkıf ve istenecek tavizlere karşı da hazırlıklı olması gerekir. Pazarlığımızı da Türkiye’ye yüklenecek faturanın ve Türkiye’nin savunma harcamalarının azaltılması üzerine yapmalıyız. Çünkü Türkiye bir risk aldı ve aldığı riskin karşılığı  ağır bir ekonomik yük olmamalı, bu fatura hangi ülkeleri koruyorsak onlara yüklenmeli. Burada şunu ifade etmeliyim ki; bu proje açıkça kısa vadede İsrail’i korumaya, orta ve uzun vadede ise Çin’den gelen tehditleri önlemeye yöneliktir. Çünkü bölgede yükselen büyük bir Çin var ve ABD ister istemez Çin’le bir rekabete girecektir. Rusya’nın da bu projenin bir parçası haline gelmesindeki temel sebep, onun da Çin’in yükselişini görüyor olması ve bu güçle tek başına mücadele edemeyeceğini anlaması, bu nedenle de Batı’nın bir parçası olma yönünde koşmasıdır. Ben de yazılarımda ve konferanslarımda bunu ifade ediyordum. Yaklaşık 3-4 sene önce TÜRKSAM olarak biz, bir tez ortaya koyduk: “Yükselen bir Çin var ve Rusya’nın en büyük tehdit olarak kabul ettiği ülke Amerika değil, Çin’dir. Çin, öyle bir noktaya gelecektir ki Rusya Batı’ya yaklaşmak durumunda kalacaktır. Bölgede Batı, yani ABD-Rusya-Türkiye-Japonya’dan oluşan yeni bir koalisyon olacak ve bunun karşısında da Çin yer alacaktır.” Bu bizim son yıllarda hem yazdığımız hem de konuştuğumuz bir hadise ve bugün görüyoruz ki doğru öngörülerde bulunmuşuz.

HARİCİYE: Bütün bu söylediklerinizden füze kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesinin “sıfır sorun politikasına” aykırı olduğu anlamını çıkarabilir miyiz?
S.O: Aslında böyle bir politika yoktur ve olması da pek mümkün değildir. Biz Türkiye’de yeni bir kavram oluşturma, bir politika üretme algısıyla karşı karşıyayız ancak böyle bir politika olanaksız. Örneğin; “sıfır sorun” diye Ermenistan’a taviz verirseniz, Azerbaycan’la sorun yaşarsınız ki bugün görünen odur, “sıfır sorun” diye Yunanistan’a giderseniz, Ege’deki, Kıbrıs’taki çıkarlarınız tehlikeye girer çünkü taviz vermek zorunda kalırsınız; Ruhban Okulu, ekümeniklik gibi. Siz Sümela Manastırı’nı ibadete açarsınız ama Atina, Avrupa’nın camisiz tek başkenti olmaya devam eder; daha da fazlası Batı Trakya’daki Türk azınlığı ki onlar Türk bile demiyorlar; Müslüman azınlık diyorlar, hâlâ ibadetlerini Yunanlıların atadığı bir müftüyle devam ettirmek zorunda kalırlar. Dolayısıyla bu tür şeyler karşılıklılık esasına dayalıdır. “Sıfır sorun” mümkündür ancak sorun yaşadığınız ülkelerin istediklerini kabul ederseniz. Bu bütün sorunlarınızı halleder tabii eğer sorun çözme metodunuz bu ise.

HARİCİYE: O zaman, sıfır sorun politikası aynı zamanda bir taviz verme politikası mıdır?

S.O: Sıfır sorun diye bir şey olmaz. Eğer sıfır sorunda kastınız bir şeyler vererek çözüme ulaşmak ise dediğiniz doğru. Ama böyle bir şey olmaması lazım. Bir ülkeyle pazarlık yapabilirsiniz, bazen 2 alırsınız 3 verirsiniz, bazen de 5 alır 2 verirsiniz, bu değişir. Bizde sorunlar birikmiş, çözmeye de çok hevesliyiz; imparatorluktan geliyoruz, büyük bir milletiz. Büyüklük bizde kalsın diye bir deyim herhalde bir tek Türklerin lügatinde vardır. Büyüklük bizde kalsın; beş tavizi biz verelim, iki tanesini de karşı taraf versin diye düşünüyoruz. Neden sürekli taviz veren taraf biz olalım? Dolayısıyla bu anlamda sıfır sorun politikası doğru yerde değil. Kaldı ki biz ‘Kırmızı Kitap’ı değiştirdik. Yunanistan, Suriye, İran ve Rusya; bunların hiçbiri artık tehdit değil. Tabi ki komşularla iyi geçinmek iyi bir şeydir. Hiç kimse komşusuyla, sınırdaşıyla sorun yaşamak istemez. Bu anlamda sorunları çözmeye çalışmak lazım. Ama siz karşı tarafı ‘Kırmızı Kitap’ınızdan çıkarırken, o hâlâ sizi kendi ‘Kırmızı Kitap’ında tehdit olarak görmeye devam ediyorsa sizin ona karşı siyasetinizde bir karşılıksızlık var demektir. Bu ise onun siyasetinin hayata geçtiğini, sizin siyasetinizin ise tavize dönüştüğü manasına gelir ki bu karşı tarafı aynı zamanda masadan da kaçırır. Çünkü karşı taraf nasılsa istediğimi alıyorum, masada oturmama gerek yok diye düşünecek. Bu sizin önünüze başka başka sorunlar çıkarır. Karşı tarafta başka bir algı var. Demek ki sadece tâviz vermekle sorun çözülmüyor, eğer çözülseydi bu iyi niyet adımlarına karşılık olarak diğer taraf da bekler ve bu açılışı bir ay sonra yapardı. Bunu düşünmediler ve geldiğimiz hafta orada heykeli açtılar. Bu füze savunma sisteminde bu anlamda İran bize tehdit değil, Suriye bize tehdit değil diyoruz fakat topraklarımıza İran ve Suriye’ye karşı radar ve füze yerleştiriyoruz. Burada bir çelişki var, inandırıcılığınız kalmıyor. One minute krizinden sonra İsrail ile ilişkiler tarihin en kötü dönemini yaşıyor; topraklarınızdaki radarlar, füzeler İsrail’i korumaya yönelik. Burada da bir çelişki var. İsrail’in kendi füze kalkan sistemi yok mu? Var. Ama füzeler öyle bir şey ki bir attığınızda bir tane değil onlarca füze atıyorsunuz. İsrail’in uzaklığı 45 dakika, yani coğrafi derinliği yok. İki füze ile İsrail’i yeryüzünden silersiniz. 100 füzeyi aynı anda attığınızı düşünün. Diyelim ki İsrail’i bunların 97 tanesini vurdu, 3 tanesi kaçırdı. İsrail diye bir şey kalmaz ortada. Bu yüzden İsrail’in öncelikle bu radarlardan elde edilen istihbarat bilgisine ihtiyacı var. O da nerden sağlanacak? Türkiye’den. Gelişmiş radarlar kurulacak, orada İran’dan bir füze fırlatıldığı anda tespit edilecek ve anında çekecekler İran’ı. İran'dan İsrail'e doğru bir füze ateşlendiğinde füzeyi daha o anda imha edebilecekleri için onun başka bir yere doğru gönderilmek istendiği, örneğin Almanya'ya doğru ateşlendiği, iddia edilemeyecek. Ancak biz Almanya'ya doğru ateşlenen füze anında vuruldu diye öğreneceğiz. Bunun peşinden kamuoyu öğrenecek ki İran'ın başka yerleri de bombalandı ki yeni füzeler atılmasın. Ama aslında İsrail'e doğru atılmış bir füzeydi. Bu yüzden İsrail yüzünden İran'la karşı karşıya gelebiliriz.

HARİCİYE: İran'ın İsrail'e saldıracağı ve Avrupa'ya füze atacağı düşüncesinin sürekliliği sebebiyle 'korku imparatorluğu' yaratılıyor. Ama İsrail'in İran'a saldırma olasılığı düşünülmüyor. Bu senaryo hakkında ne düşünüyorsunuz?

S.O: Böyle bir senaryo daha gerçekçidir. İsrail'in İran'a saldıracağını hepimiz göreceğiz. Eğer bugünkü konjonktörün devam etmesinin yanında İran nükleer silah yapma yönünde füze teknolojisini geliştirirse İsrail, İran'a saldıracaktır. Korkarım ki, bu saldırı Türkiye üzerinden yapılacak ve biz İran'la karşı karşıya geleceğiz. Batılılarda olduğu gibi İsrail de işini kendi yapmak ister ancak böyle riskli durumlarda başka ülkeleri kullanmak ister. Ateşi maşayla tutmak ister. Korkarım ki oldubittiye getirilerek Türkiye maşa olarak kullanılabilir. Bu açıdan böyle bir risk mevcuttur.


HARİCİYE: Bugüne kadar yapılanlara bakılırsa Türk Dış Politikası’nda bir tezatlık görünüyor. En son, emekli büyükelçimiz Şükrü Elekdağ’dan bir açıklama geldi. Dış politikadaki tezatlıklardan söz etmekle birlikte Türkiye’nin NATO savunma sistemlerinin ülkemizde konuşlandırılması konusunda iyi yaptığını düşünüyor çünkü İran’ı dengeleme politikasına baktığımız zaman bizim komşumuz olarak İran nükleer güç olursa Türkiye üzerinde gerçekten çok büyük bir etkisi olacaktır. Bu bağlamda neler söyleyebiliriz?

S.O: Eğer Türkiye NATO’nun ve Batı’nın bir parçasıysa ona göre hareket etmek zorundadır. Yani burada “”Küstüm, oynamıyorum” veya “”Bugün keyfim yok maça çıkmayacağım” diyemiyorsunuz. Siz NATO’nun bir üyesisiniz; dolayısıyla da NATO sisteminin mümkün olduğunca bir parçası olmaya kararlıysanız, onun gereğini de yerine getirmeniz lazım. Burada sıkıntı, pazarlıkları yanlış şeyler üzerinden yapmamız. Türkiye Batı’nın bir parçası ise ona göre hareket etmelidir. Türkiye Batı’ya göre hareket edecek ama kendi çıkarını düşünerek pazarlık yapacak. Sorun Türkiye’nin bu sistemi kabul etmesi veya etmemesi değil, sorun; pazarlıkların doğru yapılmaması ve doğru yapılmayan ve iç politikaya malzeme edilen bu pazarlıklar neticesinde Türkiye’nin kayıplarının ortaya çıkması. Elbette ki Türkiye’nin bu anlamda ciddi bir şansı yoktu. Hele ki seçimlere yedi ay kalmış bir dönemde buna hayır diyen bir iktidarın, iktidarda kalma şansı da çok fazla olmazdı. Yani ABD’ye hayır demek kolaydır da NATO’ya hayır demek o kadar kolay bir iş değildir. Bir dış politika tercihi olarak NATO’dan çıkıyorum diyebilirsiniz. Ama hem içinde olup hem dışında kalıyor gibi yaptırmazlar.


HARİCİYE: NATO’yu bir kenara bırakırsak, nükleer enerjiye sahip olması, bugün için hiçbir sorunumuz olmayan İran'la 10-20 yıl sonrasında bir problem oluşturabilir.

S.O: Hiçbir komşumuzda nükleer silah olmasın, Dünya’da nükleer silah olmasın. Hele ki bölgede Türkiye’yle denge halinde olan bir ülkenin nükleer silaha sahip olmasını istemeyiz çünkü Türkiye’yle İran arasındaki o tarihsel denge bozulur. Ama biz, İran’da bu sıkıntılar, bu şüpheler var diye İran’a bir müdahalede bulunup, İran’ı Irak’ın düştüğü duruma düşürüp, bölgemizde yeni bir istikrarsızlık alanı yaratıp, oradan da farklı terör gruplarının yeniden bizim sınırımızda cirit atmasını da istemeyiz. Yani sınırımızda ne kadar çok istikrarsızlık alanı varsa Türkiye için o kadar çok büyük risk var demektir.

HARİCİYE: Sinan Bey son olarak Türkiye, Batı ve İran ile görüşmeler başlayacak yakın bir zamanda. Görüşmelerden olumlu bir sonuç bekliyor musunuz?

S.O: İran kontrollü gerginlik politikasını en başarılı biçimde uygulayan ülkelerden birisidir. Nasıl ki Rusya enerjiyi bir dış politika aracı olarak kullanıyorsa, İranlılar da kontrollü gerginliği kullanırlar. İran, Batı ile siyaseti kendisine karşı bir müdahale olana dek sürdürür. Eğer İran fiili olarak bu tehdidi bugün görmeye başlarsa adım atar. Böyle bir saldırı ihtimalini görmezse oyalama taktiğine devam eder. İran nükleer silaha ulaşıncaya kadar oyalamaya çalışıyor. Nükleer silaha ulaştığı gün “Ben dokunulmazım.” diyecek.

HARİCİYE: Görüşmelerden bir sonuç beklemiyorsunuz yani?

S.O: Ben görüşmelerin yeni görüşmelere kapı açacağını o yeni kapıların da daha yeni kapılar açacağını ama bu kapıların da İran’a müdahale oluncaya kadar bir türlü bitmeyeceğini düşünüyorum.

HARİCİYE: Günlerdir bir eksen kaymasından bahsediliyor. Bu konuda neler söylersiniz?

S.O: İlk olarak bir eksen kaymasından bahsediyorsak, eksenimizin kaydığı yer doğru bir yer değil. Yani Dünya’ya baktığınızda onun farklı bir coğrafyaya doğru gittiğini görüyorsunuz. Bu coğrafya Orta Asya, Güney Asya coğrafyasıdır. Dünya oraya doğru giderken ve Çin’le Batı arasındaki rekabet o noktada kızışırken, bizim Ortadoğu çatışmalar çöplüğüne doğru eksenimizin kaymasının da doğru olmadığını düşünüyorum. Eksen kayması tartışmalarının haklılık payları da yok değil; ama Batı’da abartıldığı kadar büyük bir eksen kayması olmadığını görüyoruz. Bu son Lizbon zirvesiyle birlikte, kayıyor gibi gözüken Türkiye’nin ekseni, yerinden alınmış, Atlantik eksenine yeniden oturtulmuştur.


24 Ağustos 2011 Çarşamba

BİR KRİZİN ANATOMİSİ


           
   Küresel ekonomik kriz dendiğinde, akla doğal olarak bütün dünyayı etkisi altına alan büyük bir ekonomik resesyon veya buhran gelir. Fakat bu çıkarımın doğruluğunu belirlemek için bu çaptaki bir krizin nasıl çıktığını, yani çıkış noktasını iyi incelemek gerekir. Acaba bu resesyona bütün dünya bir anda topluca mı girdi yoksa ana bir taşıyıcı tarafından bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gibi mi sıçradı?
     
 Kredi Krizinden Finansal Krize

Amerika Birleşik Devletleri(ABD) ve Mortgage sektörü “büyüklük” konusunda çok önemli bir ortak noktaya sahipler aslında. İlki, yaklaşık 14 trilyon dolarlık gayri safi milli hâsılasıyla dünyanın en büyük ekonomisiyken diğeri de 10 trilyon dolarlık değeriyle dünyanın en büyük piyasası konumunda bulunuyor. Fakat mortgage sektörünün son derece hassas bir dengede yönetilmesi gerektiği ABD’de 2003 yılından itibaren unutulmaya başlandı. Finansal kuruluşlar kredibilitesi zayıf olan kişilere de mortgage kredisi vererek mali disiplini gevşetmeye başladılar. Aslında, bu son derece riskli yapı 2005 yılına kadar defolarını saklamayı başardı. Bunun da en büyük nedeni, mortgage kredisi alanların sabit faiz yerine değişken faizli sistemi kullanarak ABD’nin düşük faiz avantajından faydalanmalarıydı. Ancak Amerikan Merkez Bankası(FED)’nın 2005 sonundan itibaren faizleri artırma yoluna gitmesiyle özellikle dar gelirli gruplar mortgage kredilerini düzenli şekilde ödeyememeye başladılar[i]. Sadece dar gelirlilere özel olarak verilen mortgage kredilerinin boyutunun 1,5 trilyon doları bulduğunu söylersek bu geri ödeme sıkıntısının bankalar için ne kadar ciddi bir sorun yarattığını düşünmek çok da zor olmayacaktır. Aslında bir kredi krizi olarak başlayan bu ekonomik problem 2007 yılının ikinci yarısıyla beraber bir likidite krizine dönüştü. ABD’deki ekonomik yavaşlamanın lokomotifliğini mortgage sektörü yaparken finans, sigorta, inşaat ve madencilik sektörlerindeki yavaşlama da adeta lokomotifin çektiği vagonlar olarak yerlerini aldılar ve genel ülke ekonomisindeki büyüme hızını da negatif yönde etkilediler. Bu durumun artık zorlanılmadan atlatılacak bir ekonomik sıkıntı olmadığı, ABD’de 2008 yılıyla beraber çok iyi bir şekilde anlaşılmıştı.
            
  ABD

 Birleşmiş Milletler’in “yüzyılın krizi”, IMF’nin de “dünya ekonomisinin 1930’lardan bu yana karşılaştığı en tehlikeli finansal şok” olarak değerlendirdiği bu krizin gerçek yüzünü gösterdiği yıl olan 2008, Amerika’nın en büyük yatırım bankalarını ve mortgage finansörlerini derinden sarsacaktı. Durum öylesine vahimdi ki hangisinden başlayarak yazmak gerektiğini kestirmek gerçekten zor. Krizin çıkış kaynağı mortgage sektörü olduğundan, bu sektörün iki büyüğünün çöküşünden bahsetmek yerinde olacaktır. Krizden önce Freddie Mac ve Fannie Mae, ABD mortgage piyasasının yaklaşık yarısını ellerinde bulunduran iki süper güçtü. Fakat krizden sonra ‘mortgage’ kelimesinin bile kullanılmasından imtina edilmeye başlanmasıyla, bu köklü kuruluşlar birer “mortgagezede” olarak Eylül 2008’de FED’in yoğun bakım servisinde tedavi altına alındılar. Zaten, bu kuruluşların tarihi de birbirleriyle fazlasıyla örtüşüyor. Fannie Mae, 1938 yılında bir devlet kuruluşu olarak mortgage sisteminin temellerini atması amacıyla kuruluyor ve 1968 yılına kadar da devlete bağlı olarak işlevini sürdürüyor. Fakat özelleştikten sonra Fannie Mae’nin tekelleşmesini önlemek ve rekabet yaratmak amacıyla ona bir kardeş olarak Freddie Mac’in kurulması teşvik ediliyor[ii]. Ayrıca, Amerikan bankacılığının önemli kuruluşlarından olan Bear Stearns’ın batış hikâyesi de bahsetmeye değer. Aslında Stearns’ın bu küresel krizin en acıklı batışlarından birine maruz kaldığını söylersek çok da yanlış olmaz. Nisan 2007’de şirketin hisselerinin birim fiyatı 159,7 doları ve toplam piyasa değeri ise 18,9 milyar doları buluyordu. Daha mortgage krizi derinleşmemişken şirketin mali durumu fazlasıyla güçlü duruyordu. Ancak banka bir yıldan az bir sürede kademeli bir şekilde erirken bir de Mart 2008’de iki günde bankadan tam 17 milyar dolar para çekilmesi, banka açısından teslim bayrağını çekmenin artık kaçınılmaz olduğunu göstermişti. Şirket, 16 Mart 2008’de hisse başı 2 dolar ve toplam 236 milyon dolarlık bedelle adeta bedavaya JP Morgan Chase bankasına satıldı. Zaten satışla ilgili değerlendirmelerde öne çıkan analiz de “JP Morgan ölü fiyatına batık ama iyi bir marka aldı” oldu[iii]. Aslında, JP Morgan Chase’in küresel krizin ABD ayağında batan geminin mallarını satın alan uyanık tüccar rolüne büründüğünü de söylemek gerek. Bear Stearns ile yetinmeyen JP Morgan, ülkenin en büyük yatırım ve kredi bankası Washington Mutual’ı da 1,9 milyar dolara bünyesine kattı. Fakat bunlara ek olarak, ABD ve küresel ekonomik kriz denilince bir bankaya değinilmeden kesinlikle geçilmez. Aslında onun batışı, global çaptaki bu durgunluğun sistemin kendisini sorgulamaya neden olacağı değerlendirmelerine mükemmel bir kanıt olarak hafızalarındaki yerini almıştı: Lehman Brothers. Çöküş, iflas, batış veya eş anlamlı ne kadar kelime kullanılırsa kullanılsın Amerikan bankacılık sisteminin 158 yıllık amiral gemisi, 15 Eylül 2008’de alıcı bulamayarak 639 milyar dolar toplam varlıkla beraber teslim bayrağını çekti[iv]. Bu batış hacim olarak da o kadar dev bir batıştı ki; uluslararası çevrelerde bu iflasın tsunami etkisi yaratabileceği ve finans piyasalarının iflası seyreden günlerde bugüne kadar eşi görülmedik bir baskı altında kalabileceği belirtilmişti. Bu olayla ilgili en çarpıcı yorumlardan biri Zaman Gazetesi yazarı Sami Uslu’dan gelmişti: “Lehman Brothers’ın batışını şahsen Titanic gemisinin okyanusta batışına benzetiyorum[v]”. Aslında, 15 Eylül 2008 gününün ‘Kara Pazartesi’ olarak adlandırılmasının bir diğer sebebi ABD’nin bir diğer köklü bankası Merrill Lynch’e Amerikan yönetimi tarafından el konulması oldu. Ama Lynch de sahipsiz kalmadı ve yine hükümetin desteğiyle Bank of America, Merrill Lynch’i 50 milyar dolara satın alacağını açıkladı. Son olarak, iki önemli kurtarma operasyonundan da söz ederek küresel krizin ABD ayağını sonlandıralım. Bunlardan ilki, sadece ABD’nin değil dünyanın en büyük sigorta şirketi olarak gösterilen AIG’nin krizin baskısını daha fazla göğüsleyemeyip zor durumda olduğunu açıklaması ve Amerikan hükümetinin bu çığlığa kulak vererek FED’in 85’i ilk etapta olmak üzere toplam 123 milyar dolarlık yardımı. Aslında bu kurtarmayla ilgili FED’in çok ciddi eleştirilere de maruz kaldığını belirtmek gerek. Eleştirilerin yoğunlaştığı nokta ise Fannie Mae, Freddie Mac ve Lehman Brothers gibi birbirinden büyük üç devin çöküşüne adeta seyirci kalınıp neden AIG’nin bu kadar büyük bir hükümet inisiyatifiyle iflastan kurtarıldığıydı. İkinci kurtarma operasyonu ise küresel çapta yatırımlarıyla tanınan ve dünyanın en önemli bankalarından biri olarak gösterilen Citigroup’a yapılmıştı. Yine Amerikan hükümeti bankayla yapılan karşılıklı görüşmelerden sonra 25’i derhal toplam 65 milyar dolar sermaye desteği vermeyi kabul etti[vi].

              Bu bilgiler ve belki de krizden önce, bir film senaryosu olarak okunsa dahi gerçeklikle zerre kadar bağının olmadığı şeklinde değerlendirilebilecek olaylar ışığında 2008’in nasıl bir yıl olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Aslında ABD’deki banka batış sayılarına baktığımızda 25 sayısının 2009 ve 2010 ile karşılaştırıldığında çok da dramatik olmadığı düşünülebilir. Çünkü son iki yılda batan Amerikan banka sayısının toplam 289[vii] (140’ı 2009’da; 149’u 2010’da olmak üzere) olduğunu ortaya koyduğumuzda vahim bir tablo oluştuğu aşikârdır. Fakat yine de şunu belirtmek gerekir ki; 2008’de batan bankalar nicelik açısından az gibi gözükseler de nitelik açısından fazlaca büyüktüler.

    AVRUPA


 “Küresel ekonomik kriz” ve “Avrupa” birlikte söylendiğinde akla ilk olarak komşu ülke Yunanistan geliyor normal olarak. Aslında komşunun durumu gerçekten çok sıkıntılı. Ekonomist Mahfi Eğilmez’e göre; Yunanistan “ikiz açık” denilen bütçe açığı ve cari açıkla aynı anda boğuşuyor[viii]. Bu iki ekonomik veri, ülkelerin mali sistem değerlendirmelerinde çok kritik öneme sahipler. O yüzdendir ki; Yunanistan’ın bütçe açığı/GSYH(gayri safi yurtiçi hasıla) oranının %12’lere ulaşarak Avrupa Birliği’nin ekonomik anayasası sayılan Maastricht Kriterleri’nin tam 4 katına tekabül etmesi ve cari açık/GSYH oranının ise %13 gibi korkutucu bir seviyeye erişmesi başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın Papandreu hükümetinin atacağı adımlara odaklanmasına neden oluyor. Yine de şunu vurgulamak gerekir ki Fransa ve Almanya, Yunanistan’ın bu durumundan en çok rahatsız olan ülkeler konumundalar. Bunun nedeni de bu iki ülkenin komşumuzdan en çok alacağı olanlar listesinde sırasıyla 1. ve 2. olmaları (Fransa 75, Almanya 43 milyar dolar olmak üzere) . Zaten kapıda bekleyen alacaklıların, ödemeleri sıkıntıya girdiğinde sakin ve soğukkanlı davranmalarını beklemek herhalde Pollyannacılıktan öteye gitmez hem de böyle bir krizin tam ortasında. Fakat tam bu noktada önemli bir soru karşımıza çıkıyor: Yunanlılar, Fransızlarla değil de neden Almanlarla kapışıyor? Bu sorunun cevabını Radikal gazetesi ekonomi yazarı Uğur Gürses şöyle veriyor: “Çünkü Almanlar, Yunanlıların kurtarılmasına ilke olarak en çok karşı çıkan AB ülkesi. Daha fazlası, Yunanlıların ‘kendi kendini kurtarması’ taraftarı Almanlar. AB Komisyonu’nda en katı tavır koyan da Almanlar oldu[ix]”. Aslında verilen iki demeç, Gürses’in bu görüşünü net bir biçimde destekliyor ve Almanların Yunanistan’ın borcuna ortak olma konusundaki isteksizliklerini bir kez daha ortaya koyuyordu. İlk olarak, Alman parlamenterler adeta Yunanlıların milliyetçi damarına basarak borçların karşılanmasında Yunan adalarının satışının kullanılabileceğini belirttiler. Bu konuda, Alman bakanlardan Josef Schlarmann’ın Bild gazetesine verdiği demeçteki “İflasın eşiğine gelen bir kişi, hissedarları için sahip olduğu her şeyi paraya çevirmeli. Yunanistan, şirketlere ve kimsenin oturmadığı adalara sahip. Bunlar borçların karşılanması için kullanılabilir[x]” sözleri gerçekten dikkat çekiciydi. İkincisiyse, Yunanistan’ın böyle ciddi bir mali yardıma ihtiyaç duyup duymadığıyla ilgili. En azından Almanya’ya göre başlarda bu durum bir netlik kazanmamıştı. Zaten Alman Hükümeti Sözcüsü Christoph Steegmans durumu tipik Alman disipliner bakış açısıyla yorumlayarak “Duvara bir yangın söndürücü koymak, ona ihtiyaç duyulacağı olasılığı konusunda herhangi bir şey ifade etmiyor[xi]” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Fakat sonra Avrupa Birliği’nde yapılan yoğun müzakerelerin sonucunda Almanya ve Fransa’nın içinde bulunduğu bazı ülkeler, Yunanistan’ın tansiyonunu düşürmeye katkı sağlayacaklarını açıkladılar. Aslında sonraları sağlanan bu uzlaşmayı, küresel ekonomik krizle birlikte ciddi yara alan “Avrupa Birliği” konseptinin geçerliliğinin sürmekte olduğunu gösterme gayretlerine bağlamak da mantıksız bir yaklaşım olmasa gerek.


 Kayan ve Yükselen Yıldızlar

Avrupa için küresel ekonomik kriz Yunanistan ile birlikte derinden hissedilmeye başlansa da risk katsayısı hızla yükselen başka Avrupa ülkeleri olduğunu da söylemek gerek. Bunların başında pek tabii ki “PIGS” grubu geliyor[xii]. Açılımını yaptığımızda bu harflerin sırasıyla Portekiz, İtalya, Yunanistan ve İspanya’yı simgelediğini görürüz. Aslında bu terim, 1990’ların ortasında Avrupa Birliği’nin güney ekonomileri için kullanılan revaçta bir kısaltmaydı. 2000’lerle unutulan bu kısaltma, hâlihazırda tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin bu ülkeleri kasıp kavurması üzerine yeniden moda oldu. Hatta şimdilerde “PIGS” in iki versiyonu daha kullanılmaya başlandı: İrlanda’nın gruba dahil edilmesiyle oluşturulan “PIIGS” ve bazılarına göre Büyük Britanya ile birlikte son halini alan “PIIGGS”[xiii]. Aslında bu tür kısaltmalar, ekonomi literatüründe rastlanmayan şeyler değil. Bunların en ünlüsü çoğumuzun tahmin edebileceği gibi “BRIC”. 2001’de global bankacılığın sayılı yatırım bankalarından Goldman Sachs’ın oluşturduğu bu kısaltma, dünyanın önümüzdeki 50 yılına damga vurması beklenen ülkeleri olan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i bir araya getiriyordu. Fakat 19 Şubat’ta yaşanan flaş gelişmeyle Güney Afrika da bu gruba dâhil edildi ve bundan sonra grup, yoluna yeni ismi “BRICS” ile beraber daha da güçlenerek devam edecek gibi görünüyor. Fakat 2010’da İngilizlerin bankacılık gururu HSBC tarafından “BRIC”e zorlu bir rakip olabilecek alternatif bir grup oluşturuldu: “CIVETS”. Bu grubu oluşturan ülkeler ise Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika[xiv]. Buradan yola çıkarak üç ayrı sonuca ulaşılabilir: Birincisi, Mısır’ın son durumu grubun geçerliliği hakkında şüpheler uyandırsa da bu ülkenin önemli bir devlet geleneği ve Ortadoğu’nun en seçkin entelektüel sınıfa sahip ülkesi olduğu unutulmamalı ve Mısır gibi bir ülkenin uzun vadede ne kadar büyük bir potansiyeli bünyesinde barındırdığı göz önünde bulundurulmalıdır. İkincisi, CIVETS’in üyesi Güney Afrika’nın BRIC grubuna transfer olup rüştünü ispatlaması. Üçüncüsü ve bizim açımızdan en önemlisi ise, ikinci maddeye bağlı olarak CIVETS grubuna giren tek Avrupa ülkesi olarak göze çarpan ve BRICS grubuna onun için ‘T’ harfini de ekleyerek grubun “BRICST” olarak son halini almasının kuvvetle muhtemel olduğu bizzat oluşumun isim babası Goldman Sachs tarafından dile getirilen Türkiye.   

Küresel ekonomik kriz üçüncü yılını devirirken ülkelerin iki ana gruba ayrılma eğilimi gösterdiklerini söyleyebiliriz: Bir yanda krizin ekonomileri ters yüz eden etkisini üzerinden atanlar ve atma yolunda hızlı adımlarla ilerleyenler öbür yanda ise krizden çıkma yolunda bırakın pozitif işaretler vermeyi bataklıkta çırpındıkça daha da batanlar. Şunu da vurgulamak isterim ki; krizler güncel konjonktürün getirdiği sonuçlar açısından kaçınılmaz bir yere sahip. Yani yaşadığımız kriz ne ilk ne de son aslında. Yakın geçmişte yaşanılan krizleri de akıldan çıkarmamak lazım. 1970’leri ve 1980’lerin başlarını esir alan Petrol Krizi veya 1990’ların ortasında Asya’da tsunami etkisi yaratan Asya Krizi akla gelen ilk örnekler. Fakat bu krizin “küresel ekonomik kriz” olarak adlandırılmasında da bir keramet olmalı. Bu niteleme, krizin küresel güç ABD’de başlayıp istisnasız bütün yerküremizi etkisi altına alması nedeniyle gerçek anlamını kazanıyor. Son olarak da bir tavsiyeyle bitirelim: Bugüne kadar nispeten artçı şoklar halinde gelen krizlerin bu defa dünyanın kapısını şiddetli bir deprem olarak çalması, belki de artık ciddi ve dürüst bir sistem eleştirisi ve bunu sonucunda da bir sistem yenilenmesi gerektiğinin bir göstergesi olarak sayılmalıdır.

Sinan Aktan


[i] Ntvmsnbc, 2008. 10 soruda küresel kriz. [online] (Son Güncelleme: 23 Eylül 2008) <http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/460082.asp> [7 Şubat 2010]
[ii] BBC, 2008. US rescues giant mortgage lenders. [online] (Son Güncelleme: 7 Eylül 2008) <http://news.bbc.co.uk/2/hi/7502310.stm> [12 Şubat 2010]
[iii] HaberPan, 2008. FED, bankaların dışındaki yatırım şirketleri ve aracı kurumlara borçlanma imkanı sunmaya karar verdi. [online] <http://www.haberpan.com/1929-buhranindan-beri-en-kotu-kriz-haberi/>    
[8 Şubat 2010]
[iv] Jurnal.Net, 2009. 2008’de dünya ekonomisi. [online] <http://www.jurnal.net/ekonomi/2009/01/01/2008-de-dunya-ekonomisi.htm> [10 Şubat 2010]
[v] Uslu, S., 2009. Titanic faciası ve Lehman Brothers’ın batışı. Zaman Online, [online]
<http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=893621> [13 Şubat 2010]
[vi] Jurnal.Net, 2009. . 2008’de dünya ekonomisi. [online] <http://www.jurnal.net/ekonomi/2009/01/01/2008-de-dunya-ekonomisi.htm> [10 Şubat 2010]
[vii] WebCite, 2010. Federal Deposit Insurance Corporation Failed Bank List. [online]
[viii] Euractiv, 2009. Mahfi Eğilmez: Yunanistan kriz Almanya ve AB ekonomisini de zora sokabilir.
[ix] Gürses, U., 2010. Alman-Yunan Kutuplaşması. Radikal, [online] <http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=08.03.2010&ArticleID=984327> [11 Şubat 2010]
[x] Emlakkulisi.com, 2010. Almanya Yunanistan’a adalarını satmasını önerdi. [online]
[xi] Borsa Gündem, 2010. ALMANYA’YA GÖRE YARDIM İÇİN ERKEN. [online]
[xii] Kaufmann, M.H. (2000). Musings on the European Economic and Monetary Union. In D. J. Kotlowski, The European Union: From Jean Monnet to the Euro (pp. 33-55) USA, Ohio University Press.
[xiii] The Hindu Business Line, 2010. Too small is ‘too big’ to fail. [online]
[xiv] Şafak, E., 2010. CIVETS. Sabah, [online] <http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/safak/2010/08/17/civets>
[14 Şubat 2010]

Quo Vadis Syria? Suriye Nereye Gidiyor?




Türkiye’deki kimi çevreler1 Arap Baharı’nı dış kaynaklı ya da Amerikan güdümünde olmakla suçlayıp, devrim kontenjanından yer vermeye layık görmezken, Ortadoğu coğrafyası özgürlük rüzgârlarıyla çalkalanmaya devam ediyor. Bunun en son örneği, Yemen ve Bahreyn’den sonra Suriye oldu. Diger Arap ülkelerine oranla siyasal yapısı ve ekonomisiyle daha istikrarlı bir yapıya sahip olduğu varsayılsa da,  halkının hak ve özgürlük taleplerinden Esad rejimi de kaçamadı ve 18 Mart’ta Deraa kentinde başlayan gösteriler yayılarak Suriye’nin çeşitli şehirlerinde de devam etti2.  


                                                                                   
Son 3 Haftada Suriye
Suriye’deki hareketlilik ilk olarak Deraa kentinde 18 Mart’ta duvarlara Arap devrimlerini destekleyici grafitiler çizen gençlerin tutuklanması ve bölge halkının bu durumu prostesto etmesi üzerine güvenlik güçlerinin müdahale edip 3 kişiyi öldürmesiyle başladı3. Olaylar ilk olarak küçük çapta gerçekleşmelerine rağmen ülke çapında kısa sürede ses getirdi ve aynı hafta içerisinde Homs ve Banyas şehirlerinde de Deraa halkını destekleyici çeşitli yürüyüşler düzenlendi. Bu süreç içerisinde Baas Partisi’nin kentteki merkezini –kimi kaynaklarda Deraa’daki Mahkeme binasını- ateşe veren Deraalılar, özgürlük taleplerinden kolay kolay vazgeçmeyeceklerini gösterdiler. Ancak Suriye istihbaratı ve güvenlik güçleri şehri abluka altına aldı ve 3 gün önce öldürülen göstericilerin cenazeleri sırasında alanı ağır silahlarla kuşatarak gözdağı verdi.
22 Mart’ta Cuma namazının bitimiyle Deraa halkının tekrar toplanması ve 1963’ten beri ülke çapında yürürlükte olan Sıkıyönetim yasasının sona erdirilmesini talep etmesiyle durum, halk ve Şam yönetimi arasında karşılıklı restleşmeye doğru kırıldı. Ancak aynı gün içerisinde Deraa Valisi Faysal Haltum’un görevden alınması bu restleşmede halkın reform taleplerinden ziyade polisiye tedbirlerin uygulanacağının sinyaliydi.



25 Mart’a gelindiğinde yıllardan sonra ilk defa Şam’da protesto gösterileri düzenlendi ve çeşitli kaynaklara göre bu gösterilerde 23 kişi güvenlik görevlilerinin açtığı ateş sonucu hayatlarını kaybettiler. Bu sırada gösteriler diğer şehirlere sıçramaya devam etti ve 1982’de binlerce kişinin öldürüldüğü Hama’da halk “Özgür Suriye!, Yolsuzluklara Son!”  gibi sloganlarla sokağa döküldü. Bu sırada Deraa şehrinde devam etmekte olan gösterilerde Beşar Esad’ın babası Hafız Esad’ın heykelinin yıkıldığı ve göstericilere evlerin çatılarından keskin nişancılar tarafından açılan ateş sonucu 23 kişinin öldüğü haberi yayıldı. Uluslararası Af Örgütü’ne göre bir haftada Deraa’da toplam 55 kişi güvenlik güçleri tarafından öldürüldü4.


26 Martta Şam yönetimi bir yandan göstericileri yatıştırmak için siyasi mahkûmların serbest bırakılacağını söylese de, diğer yandan Deraa kentinde kontrolün orduya devredilmesi kararını vererek tansiyonu tırmandırmaya devam etti. Aynı gün içerisinde olaylar Lazkiye’ye sıçradı ve buradaki Baas Partisi binasına girmek isteyen göstericilerin üzerine ateş açıldı.
29 Mart günü hükümet, istifasını Beşar Esad’a sundu ancak Esad geçici hükümeti kurma görevini tekrardan Naci El-Otari’ye verdi. İki hafta boyunca hükümet karşıtı gösterilerle çalkalanan Suriye’de bu kez Hükümet ve Beşar Esad destekçileri sokaklara döküldü. Beşar Esad’ın Parlemento’da halka sesleniş konuşması yapacağının duyurulmasıyla gündem bu konuşmaya kilitlendi. 2000’de göreve gelirken büyük umutlar bağlanan ve o zaman çeşitli reformlar yapması beklenen Beşar Esad, bu konuda ya kendi isteksizliği ya da Baas Partisi’ndeki yönetimi elinde tutan hizipi ikna edememesi yüzünden başarısızlığa uğramıştı5. 30 Mart’taki konuşmasında Beşar Esad, diğer diktatörlerin yaptığı gibi kolay yolu seçerek sorunu İsrail’e ve dış güçlerin Suriye üzerindeki komplosuna bağladı6. Şüphesiz bir sorunu çözmenin en iyi yolunun, o sorunun olmadığını varsaymak yaklaşımı, Ortadoğu’da ve zaman zaman –ne yazık ki- Türkiye’de sıkça başvurulmuş bir yol olmuştur ancak 21. yüzyılda iletişim teknolojilerinin geldiği noktada artık başını kuma gömmenin sorunları çözmede etkili bir yöntem olmadığı açıktır. Nitekim dünyanın gözü Esad'ın konuşması için Şam’a çevrilmişken Beşar Esad, göstericilerin, her ne kadar aralarında iyi niyetli kimseler bulunsa da, İsrail’in hedeflerine uygun olarak Suriye’nin bölünmesi amacına hizmet ettiğini söylemesi, Suriye’nin demokratikleşmesi yolunda tarihi bir konuşma bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı.7 Konuşmanın sonunda bir milletvekillinin Beşar Esad’a, “Arap Dünyasına önderlik etmek sizin için azdır, siz dünyaya önderlik etmelisiniz, çok yaşa Esad!” demesi ise Arap toplumlarında yönetim kadrolarının halktan ve gerçeklerden ne kadar kopuk olduğunu göstermesi açısından önemlidir8.

Halka sesleniş konuşmasının göstericileri ve yabancı gözlemcileri tatmin etmemesi üzerine 31 Mart’ta Lazkiye ve Deraa’da yaşananları incelemek üzere soruşturma emri verildi. Ayrıca her ne kadar bir önceki gün ülkedeki olaylar ‘dış güçlere’ havale edilmişse de Şam yönetimi ilk uzlaşma sinyalleri olarak 1962 Nüfus Sayımı’ndan beri yabancı statüsünde bulunan Haseke bölgesindeki Kürtlere -yaklaşık 150.000 kişi- vatandaşlık hakkı verileceğini ilan etti9. Bir diğer uzlaşma hamlesi de ülkenin tek kumarhanesini kapatma kararı ve öğretmenlerin nicab (yüzü tamamen kapatan örtünme) giyme yasağının kaldırılmasıyla ülkedeki İslamcılara yönelik oldu10. Ayrıca Deraa’daki protestolar başladığından beri olayları silahlı kişilerin vatandaşlara ve güvenlik güçlerine ateş açmaları şeklinde duyuran resmi haber ajansı SANA, Beşar Esad’ın 1963’ten beri yürürlükte olan sıkıyönetim kanununun kaldırılması için bir hukuk komitesi kurulmasını emrettiğini duyurdu.

6 ve 7 Nisan’da Esad’ın Kürtlere vatandaşlık veren kararnameyle birlikte, ülkedeki kumarhanenin kapatılması ve öğretmenlere nicab yasağının kaldırılmasını içeren kararnameleri imzalaması da ülkedeki protestoları durdurmaya yetmedi. Dün (8 Nisan) Suriye’deki ayaklanmaların merkezi Deraa’da tarihi El Ömer Camii’nde cuma namazı sonrası toplanan kalabalığın Esad yönetimi aleyhine sloganlar atmaya başlaması üzerine açılan ateş ve sonrasındaki olaylarda 23 gösterici ve 19 polis öldürüldü. 75 civarında yaralının da olduğu bildirilen olayların, bugüne kadar Suriye’deki en kapsamlı gösteriler olduğu söyleniyor11. 

Suriye’de şimdiye kadar su yüzüne çıkan gelişmeler Ortadoğu’daki diğer devrimlerde olduğu gibi şiddetlenerek artma eğilimi gösterdi. Çünkü insanlar bir kez meydanlara çıkma cesareti gösterip yıllardır katlandıkları status quo’nun ne kadar zayıf olduğunu farkettiklerinde somut kayıplar verseler de korkarak geri çekilmek yerine daha da ileri gitme kararlığında oldu. Diğer Arap ülkelerindekinin aksine Suriye’deki ayaklanmanın farklı yöne evrileceğine ya da yatışacağına dair somut bir belirti de şu ana kadar ufukta gözükmüyor. 

Şam Yönetimi veya daha doğru ifadeyle yönetimi elinde tutan Nusayriler, siyasal bir pat durumuna düşmek üzereler ve mevcut siyasal durumu Almanca’daki “zugzwang” kelimesi çok iyi anlatıyor. Zugzwang, satrançtaki oyunculardan birinin yapacağı her hamlenin, mevcut durumu kötüleştirmesi nedeniyle hamle yapamama durumuna karşılık gelir. Rejimin geleceği açısından Şam yönetiminin elinde iki seçenek var ve ikisi de bir şekilde Beşar Esad için şu anki durumdan daha kötü bir duruma geçilmesine karşılık geliyor. Ya bugüne kadar yaptıkları gibi muhalif sesleri bastırıp, toplum üzerindeki kontrolü artıracaklar (Baba Esad’ın 1982’de Müslüman Kardeşler’le beraber bütün Hama şehrini yakıp yıktığı gibi) ya da çok önceleri başlaması gereken reform sürecini bir şekilde başlatarak halkın taleplerine kulak verecekler. İlk senaryo muhtemelen ayaklanmanın ilk günlerinde uluslararası toplumun Libya ve Fildişi Sahilleri’yle meşgul olmasından faydalanılarak uygulamaya konulmak istendi, ancak ayaklanmalar çok hızlı bir şekilde yayıldı ve dünya medyasında yankı buldu. Bu yüzden artık daha az olası bir durum veya uygulansa bile rejimin bütün meşruiyetini yitirmesine yol açacağı için aynı ölçüde tehlikeli. İkinci senaryoya gelince; Esad yönetimi için halkın taleplerine boyun eğdiği bir reform ve toplumun sisteme siyasal katılım gösterdiği bir geçiş sürecini içeriyor. Bu süreç ise daha kırılgan ve Esad açısından her şekilde politik olarak daha az güçlü olacağı bir pozisyona razı gelmesini gerektiriyor. Bu sürecin nasıl yönetileceği Suriye’deki iç politika dengelerini de göz önünde bulundurarak büyük önem arz etmekte. Çünkü Beşar Esad, aslında onun şahsında mevcut Baas Partisi, muhaliflere elinin güçsüz olduğu izlenimini vermekten kaçınmak için halkın taleplerine yavaş veya gecikmeli yanıt vermeyi seçme eğiliminde olacaktır. Ancak bu durum üstü kapalı bir şekilde reform sürecindeki inisiyatifi kaybetme olasılığını da içeriyor. Eğer bu olasılık göz önüne alınmaz ve muhalifler reform sürecinin hızını ve içeriğini belirlemeye başlarlarsa, yani reform sürecini dayatabildikleri bir konuma gelirlerse, o zaman Suriye baştan aşağı değişecek demektir hem de Esad rejimi olmadan.

Suriye’nin geleceği açısından Esad yönetiminin reform taleplerine duyarlı olarak çok partili siyasal hayata geçişe önderlik etmesi ve bunu başarılı bir şekilde yapması iyi bir seçenek olarak değerlendirilebilir. 40 yıldır ülkeyi otoriter bir şekilde yönetmesine rağmen, merkezi yönetim aygıtının dağıldığı bir Suriye, herkes için daha tehlikeli bir Suriye olacaktır. Ülke tarihine kısa bir göz atan herkes, bunun neden böyle olduğunu anlayabilir.

Yeni Türk Dış Politikası Test Ediliyor

Suriye, Türkiye için önemli bir ülke, hem en uzun sınırı paylaştığımız komşu ülke olarak hem de yeni Türk Dış Politikası gereğince Ortadoğu’da İsrail’in yerine ve daha büyük ölçekte de Ürdün ile birlikte AB’nin yerine ikame ettiğimiz stratejik partnerimiz olmasından dolayı. 18 Mart’ta Deraa’da başlayan ayaklanmalar sadece Esad yönetimini değil, aynı zamanda Türkiye’nin yeni dış politikasını da test ediyor. Türkiye Tunus’la başlayan Arap Baharı’na hazırlıksız yakalansa da Mısır’daki devrim sırasında açıkça Mübarak’e görevi bırakması çağrısında bulunmasıyla Arap halklarına Mısır üzerinden destek mesajı göndermişti.12 Ancak olaylar Türkiye’nin hesabının tersine gelişmekte ısrar etti (ve ediyor). Devrimin bir sonraki durağı Libya’da her ne kadar Kaddafi’yi desteklemesek bile, liderlik rolünün Fransa tarafından üstlenilmesi Türkiye’yi gölgede bıraktı ve bizi bir anda sivillerin korunmasını amaçlayan askeri harekâta karşıymış pozisyonuna düşürdü. Son olarak bu hafta Suriye’nin ayaklanmalarla çalkalanması üzerine uluslararası toplumun dikkati buraya yönelmişken (ABD ve AB sivillerin üzerine ateş açılmasını kınadığını açıkladı.)13 Türkiye’den Şam yönetimine yönelik herhangi bir açıklama gelmemesi de manidar olmaktan öte Esad’a bir destek anlamına geliyordu. Bugün Cengiz Çandar’ın aktarmasıyla öğreniyoruz ki Ahmet Davutoğlu Beşar Esad’a destek ve reform tavsiyesi vermek üzere Şam’a gitmiş14. Gerek heyet görüşmeleri ve Davutoğlu’yla Esad’ın başbaşa görüşmelerinde Ahmet Davutoğlu’nun diger Arap otokratlara da sunduğu öneriler konuşulmuş. Çandar’ın aktardığına göre bunlar “Ya değişimi siz yöneteceksiniz; Veya değişimi zamana yaymaya ve ömrünüzü bu yolla uzatmaya kalkacaksınız ki, bu yeterli olmaz; Ya da değişimin karşısında duracak, onu ezmeye kalkacaksınız.”15 Getirilen öneriler, mevcut koşulların sağ duyulu bir değerlendirmesi sonucu Arap liderlerin ellerindeki opsiyonları çok güzel özetliyor. Ancak bu önerilerin ele verdiği bir diğer gerçek ise yeni dış politikamızın ‘derinliği’. Suriye, Ürdün ve Lübnan’la vize muafiyetini ve stratejik işbirliği konseyinin kurulmasını öngören ticaret anlaşması imzalandığında, bu anlaşmanın amacı resmi olarak dile getirilmese de AB’nin Türkiye’yi dışlayıcı politikalarını dengeleyici bir unsur olması –“Türkiye’nin başka alternatifleri de var” üzerinden- ve Ortadoğu’da Türkiye liderliğinde Fransa ve Almanya’nın 60’larda başlattığı işbirliğinin bir benzerini yaratmaktı.16 Anlaşmanın Türk şirketleri için yeni ekonomik fırsatlar yarattığı açık. Ekonomik açıdan değerlendirildiğinde anlaşmanın karlı bir anlaşma olduğu da savunulabilir. Ancak Türk Dış Politikası açısından değerlendirildiğinde Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasını bu ülkelerle yapılan işbirliği üzerinden kurması, soru işaretleri yaratıyor. Suriye’deki halk ayaklanması ‘bölgenin yükselen gücü’ Türkiye’nin Ortadoğu’daki en büyük partneri Suriye’nin üzerindeki etkisinin yukarıdaki üç seçeneği sunabilecek kadar olduğunu göstererek, gücünün yükseldiğini ama o kadar da yükselmediğini anlatıyor. Sadece Suriye-Türkiye ilişkileri açısından bakıldığında Esad rejimine bu kadar yakın durmak Türkiye’ye en kötü senaryo düşünüldüğünde bile –Esad rejiminin düşmesi ve yeni bir yönetimin oluşması- kısa vadede sorun yaratmayacaktır. Esad rejiminin gitmesinin başlı başına sorunlu bir süreç olduğu bir kenara bırakıldığında yeni gelen yönetimin de Türkiye’yle yakın ilişki kurmak ve Türkiye’nin Esad’la yaptığı işbirliğini sineye çekmek zorunda kalacağı açıktır çünkü orta vadeye kadar Suriye’nin Türkiye’ye ihtiyacı bizim onlara ihtiyacımızdan fazladır. Bizim açımızdan asıl sorun kendi içlerinde kırılgan ve halklarının gözünde meşruiyetleri az olan devletlere dayanarak bölgede dış politika geliştirmenin Türkiye’yi sürprizlere ve ani gelişmelere karşı savunmasız bırakmasıdır.

Bunun en son örneği Cumhurbaşkanımızın Ocak ayındaki Yemen ziyareti oldu. Türk şehitliğinin açıldığı ve Türkiye-Yemen İş Konseyi’nin kuruluşunun kararlaştırıldığı ziyaret, Cumhurbaşkanlığı makamı için bir ilkti. Türkiye’nin aktif siyaseti ve Ortadoğu’da istikrara katkısının övüldüğü ziyaret süresince, 30 yıldır ülkeyi demir yumrukla yöneten Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’e mali yardım sözü de verildi.17 Ve bugün gelinen noktada Yemen, halk ayaklanmalarıyla sarsılıyor, 8 Nisan itibariyle ABD’nin yıllarca desteklediği Salih’e görevi bırakması için baskı yaptığı medyaya yansıdı. Görüldüğü gibi 10 Ocak’taki ziyaretin sonuçları 9 Nisan’da değerlendirilince farklı bir artı/eksi tablosu ortaya çıkıyor. Ve bu Tunus, Libya, Suriye’den sonra dördüncü kez oluyor. Siz de Türkiye’nin akıntıya karşı kürek çektiği hissine kapıldınız mı?   

Özel olarak Suriye’deki ayaklanmaların, daha geniş perspektiften ise Arap Devrimleri’nin Türk Dış Politikası’na gösterdiği yol, bölgedeki otokratlarla yakın ilişkiler kurup ticari ortaklıklar yaratmanın ve bu şekilde bu ülkelerde bir miktar söz hakkına sahip olmanın bizim açımızdan ‘yeni’ olduğu, ama bölge halkları için pek de yeni sayılmadığı. Çünkü ABD’nin yıllarca –hem de bu işte uzmanlaşarak- yaptığı şey, bizim bugün “Türkiye Ortadoğu’ya açılıyor” diyerek yaptığımızdan farklı değildi. Eğer bölgede ve Dünya’da gerçekten etkin bir yere sahip olmak istiyorsak, orijinal ve hakikaten yeni fikirleri sunmamız gerektiğini kabul etmek bile Türk Dış Politikası açısından büyük bir mesafe almak olacaktır. Aksi takdirde bir devletin vatandaşlarının güvenliğini ülke sınırları dışında da sağlaması gibi rutin dışişleri görevlerini gerçekleştirerek birbirimize nasıl da bölgesel güç olduğumuzu anlatmaya devam edebiliriz.

Celil Işık
Kaynaklar
  1. Marguiles, Roni. 2011, Devrim mi değil mi?, Taraf, [Online]<http://www.taraf.com.tr/roni-margulies/makale-devrim-mi-degil-mi.htm>[8 Nisan 2011]
  2. Aljazeera, 2011, Timeline: Unrest in Syria, [Online] <http://english.aljazeera.net/news/middleeast/2011/03/2011329155923973612.html> [9 Nisan 2011]
  3. Times, 2011, Syria's Revolt: How Graffiti Stirred an Uprising, [Online] <http://www.time.com/time/world/article/0,8599,2060788,00.html?xid=fbshare> [9 Nisan 2011]
  4. gös.yer
  5. Lesch, W. David, 2011, The Syrian President I Know, New York Times, [Online] <http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=980CE0D61430F933A05750C0A9679D8B63&ref=syria>  [9 Nisan 2011]
  6. Corriere della Sera, 2011, La Siria vittima di un complotto,[Online] <http://www.corriere.it/esteri/11_marzo_30/discorso-assad-parlamento_d36af76c-5acb-11e0-9f1f-2edbd1a49bbb.shtml> [9 Nisan 2011]
  7. Der Spiegel, 2011, Wer die Schlacht haben will, kann sie haben”, [Online] <http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,754119,00.html>
  8. Aljazeera, 2011, Syria Live Blog, [Online] <http://blogs.aljazeera.net/live/middle-east/syria-live-blog-march-30> [9 Nisan 2011]
  9. New York Times, 2011, Syria tries to placate Sunnis and Kurds, [Online] <http://www.nytimes.com/2011/04/07/world/middleeast/07syria.html?scp=4&sq=syria&st=cse >
  10. gös.yer.
  11. New York Times, 2011, Syrian Protests Are Said to Be Largest and Bloodiest to Date, [Online] <http://www.nytimes.com/2011/04/09/world/middleeast/09syria.html?ref=syria> [9 Nisan 2011]
  12. Radikal, 2011, Türkiye Suriye’de Yaşananların Neresinde?, [Online] <http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=04.04.2011&ArticleID=1045033&CategoryID=132>
  13. Reuters, 2011, Obama condemns "abhorrent violence" of Syrian government, [Online] <http://www.reuters.com/article/2011/04/08/usa-syria-obama-idUSWNA582720110408> [10 Nisan 2011]
  14. gös.yer.
  15. Çandar, Cengiz, 2011, Ortadoğu Nereye, Türk Dış Politikası Ne Yöne? (2), [Online] <http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&Date=09.04.2011&ArticleID=1045569>  [9 Nisan 2011]

16.   Lebanese Press, 2010, Turkey, Lebanon, Syria and Jordan to Set Up Free Trade Zone, [Online] <http://lebanesepress.com/turkey-lebanon-syria-and-jordan-to-set-up-free-trade-zone>

  1. Presidency of The Republic of Turkey Website, 2011, Turkey-Yemen:Common History of 400 Year, [Online] <http://www.tccb.gov.tr/news/397/78610/turkeyyemen-common-history-of-400-years.html> [12 Nisan 2011]
Not: Resimler www.spiegel.de adresinden edinilmiştir.